Sizin İstanbulunuz hangisi?

Yeni Bir Gazete’nin okurlarına merhaba dediği ilk sayısında yazı yazmam istendiğinde bu ailenin bir bireyi olarak görüldüğüm için önce büyük bir heyecan, sonra da büyük bir sorumluluk duydum. Ben gündeme dair ya da aşka dair ya da kültür sanata… Köşemde birçok konu yazabilirdim… “Farklı ne yazsam acaba?” diye düşündüm… Çünkü sizi etkilemek ve düzenli olarak […]

Yayınlama: 03.08.2018
A+
A-

Yeni Bir Gazete’nin okurlarına merhaba dediği ilk sayısında yazı yazmam istendiğinde bu ailenin bir bireyi olarak görüldüğüm için önce büyük bir heyecan, sonra da büyük bir sorumluluk duydum. Ben gündeme dair ya da aşka dair ya da kültür sanata…

Köşemde birçok konu yazabilirdim… “Farklı ne yazsam acaba?” diye düşündüm… Çünkü sizi etkilemek ve düzenli olarak iletişim içinde olmak istiyordum. Sizin de katılacağınız ve cevap vereceğiniz sorular sormak istiyordum. Ve bu amaçla birden İstanbul’u size benim gözümle anlatmaya karar verdim.

Oysa İstanbul bir tane

Oysa hepimiz İstanbul’u bir şekilde biliyoruz. Üzerinde yaşıyoruz. Ayrıca seviyoruz. Başka bir yere gittiğimizde de özlüyoruz ve döndüğümüzde de huzur duyuyoruz. Bazen de kalabalığından, pahalılığından, gürültüsünden, trafiğinden şikâyet ediyoruz. Aynı uzun süren ilişkilerde olduğu gibi ne hissedersek hissedelim ondan kopamıyoruz. Ve hep iyiliğini istiyoruz.

Hepimizin bir İstanbul’u var. Bazıları Taksim Meydanı’nın kalabalığında, bazıları Tarlabaşı’nın ara sokaklarında, bazıları Beylerbeyi sahilinde, bazıları da Bağdat Caddesi’nin şaşasında…

Benim İstanbul’um en kenar mahallelerde, ara sokaklarda, yıkık evlerde, yorgun güzlerde ve yaşlı gözlerde… Neden mi? Çünkü oralarda yaşanmışlıklar var, hatıralar var… Oralarda hareketler ağır ama duygular içten yaşanıyor da ondan.

Benim İstanbul’um dar sokaklarda

Küçükpazar’ı seviyorum ben. Süleymaniye’yi… Benim kalbim Tophane’de atıyor. Tahtakale’de mutluyum ben. Mahmutpaşa’nın basma satan dükkânlarında hayat buluyorum. Hanlarını seviyorum ben İstanbul’un… Köşe-bucak, dar cepheli, ortası avlulu, iki-üç katlı, merdiven aralıklarında çay ocakları olan hanlarını… Bana yaşlı ama çok yakışıklı bir adamı hatırlatıyorlar. Burnunun altında ince bıyıkları ile inceden gülümseyen babamı, mesela… Yenikapı’yı seviyorum ben, Langa’yı… Kadınlar hamamından çıkan al yanaklı şişman kadınların millete görünmeden hoplaya hoplaya yürüyüşlerindeki tatlı telaşı… Sonra Çengelköy’ü seviyorum ben, dar patika aralardan Tarihi Çınaraltı Aile Çay Bahçesi’ne çıkılan o geniş meydanı… Oradaki kahvede ön masaları kapmak için birbirleri ile yarışan müşterileri… Masalarına oturup, üstelik siparişlerini verdikten sonra önlerindeki masa boşalınca arsız arsız ön tarafa doğru sektirmelerini… Kuzguncuk’tan denize giren adamların çelebiliğini seviyorum. Onların hiç yaşlanmayacak maceracı genç ruhlarını… Denize atlarken Boğaz’ın dalgaları alıp, götürmesin diye alttan alta birbirlerini kollamalarını… Yabancı biri geldiğinde ona yol göstermelerini, suya girerken eşlik etmelerini… Sonra kıyıdaki parklara kurulan derme çatma çay ocaklarını, oradaki yarı ot-yarı toprağa oturmuş insanların sohbetlerini, birbirlerine olan ikramlarını, mutlu olma hallerini ve keyif alma çabalarını… Tüm güzellikler burada yaşanıyor bence…

Ben İstanbul’un gelmişini, geçmişini bu ayrıntılarda buluyorum. Emirgan’dan Kanlıca’ya geçen dolmuşçu pır pır teknelerin içinde suları yararken Boğaz Köprüsü’ne selam vermeyi ve o teknenin içinde kendini özel biriymiş gibi hissetmeyi… Kıyıya vardığında, iskeleye çıkarken birinin senin elinden tutma nezaketini… İnsan olmayı, insan olmaya özen göstermeyi… Viran semtlerde küçük çocukların oyunlarını uzaktan seyretmeyi… Bir yaşlıyı elinde küçük bir şeyler satarken görmeyi ve ona hayatın bu evresinde bile bir işle uğraşmasından dolayı saygı duymayı… Sultangazi’de sokak irisi bir caddenin kıyısındaki masalsı otobüs durağında oturup, otobüs beklerken, önünden geçen yaşlı kadınların sana dönüp “Selâmün aleyküm” demesinin zenginliğini… Ve seni yerinden hafifçe doğrultup, karşılık vermeye iten o şahaneliği… Şile ilçesinin Hasanlı Köyü’nde Sarıkavak Kalesi’ne çıkarken, açık arazide tek kalıp, başına bir iş gelmesin diye köyün çocuklarının seni yalnız bırakmayarak, ardından peşin sıra gelmesini… İşte bunlar benim İstanbul’um.

Hiç duyulmamış duygulara doğru

Tahtakale’de taştan bir kapının içine ancak dikkatlice baktığınızda görebileceğiniz, sanki kimse gelmesin diye kamufle edilmiş hissi uyandıran, üstü asma yaprakları ile gizli, dört masalık bir çayhanede her bardağın ve bardak altlığının farklı olduğu bir atmosferde çay içtiniz mi hiç? Bunun gibi ya da Küçükpazar’da bekâr odalarının penceresinde asılı çamaşırların doğru dürüst yıkanamadığı için birbirine geçmiş renklerinin bana anlattığı çok hikâye ve çok duygu var. Orada meyvelerin tek tek satılmasındaki yoksulluğun dili kurşundan ağır.

Süleymaniye’de yaşı geçkin ama akça pakça bir kadının, bir açıklığı otopark gibi yapıp, müşteri geldiğinde, yerinden doğrulup, kirli üstü başını toparlayıp, büyük bir ciddiyetle araç sahibinden para isterken ki edasının hiç bir tanımlamaya sığmamasının bana anlattığı ve gerçekte hiç de bilmek istemediğim bir yaşanmışlık var.

Yani bir film izlerken, hiç duymadığınız bir hisse kapıldığınızdaki o olağanüstülüğü bana tattıran işte bu İstanbul… Ailem ve benim adımlarımı taşıyan kaldırımlar bu İstanbul’da var… Altından, babamın kucağında bir bebekken belki onlarca kere geçtiğimiz Vezneciler’deki o sur kapısı da burada… Benim İstanbul’um bu.

Peki sizin İstanbul’unuz hangisi? Hiç düşünmediyseniz ya da hemen aklınıza gelmiyorsa ya da henüz bilmiyorsanız, bulmaya bakın derim ben. Bulunca da arada sırada içinde daha rahat hissettiğiniz, size daha yakın gelen köşelerde geçirin zamanı. İnsan o zaman daha kendi, daha bahtiyar oluyor. Kendimden biliyorum.

Bu arada tek derdiniz bu sorunun cevabı olsa keşke… Ama yine de benden söylemesi.

Esen kalın…

Bir Yorum Yazın

Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

Henüz yorum yapılmamış.