Uzunca bir süre pratisyenlik yaptıktan sonra “Yeter artık, yapayım tercihim asistanlığa başlayım” demiştim. Yıl 1998 eylül TUS’u. Asistanlığa başlama dönemim 1998 yılının son günlerine denk gelmişti. 5 yıl pratisyen hekimlik yaptığım dönemde hatırı sayılır bir TUS puanı ile her defasında açıkta kalıyordum. Hedefim Ankara’ da asistanlık sürecimi tamamlamaktı. Saplantılı bir şekilde 10 kez TUS’a girip […]
Uzunca bir süre pratisyenlik yaptıktan sonra “Yeter artık, yapayım tercihim asistanlığa başlayım” demiştim. Yıl 1998 eylül TUS’u. Asistanlığa başlama dönemim 1998 yılının son günlerine denk gelmişti.
5 yıl pratisyen hekimlik yaptığım dönemde hatırı sayılır bir TUS puanı ile her defasında açıkta kalıyordum. Hedefim Ankara’ da asistanlık sürecimi tamamlamaktı. Saplantılı bir şekilde 10 kez TUS’a girip Atatürk sanatoryum hastanesi göğüs hastalıkları bölümü için uğraştım. Amacım köklü bir hastanede ihtisas yapmaktı. “Pratisyen ölürsem gözüm açık gider” gibi büyük laflar ediyordum.
Artık elimdeki puanı heba etmemeliydim ve Ankara saplantısından vazgeçmeliydim. 1998’in Eylül TUS’unda Kocaeli Üniversitesi Göğüs Hastalıkları bölümünü yazdım.
O yıllarda tıp fakültesi bir kampüs içinde değildi. Derince ilçesindeki sigorta hastanesinin 3 katına sıkışmış bir tıp fakültesi hastanesiydi. Koridordaki odaları nöroloji ve fizik tedavi ile pay ediyorduk. Dışardan bakınca hastanenin balkonlarına paslı eski hasta yataklarını yığmışlardı. Hayal kırıklığına uğramıştım. Bunun için mi yıllarca çalışmıştım.
17 ağustos 1999
Asistanlığımın 8. Ayını çalışıyordum. Bir sabah yıkıntıların içinde uyandık. Artık sigorta hastanesinin içinde yer edinmeye çalışan bir hastanemiz de yoktu. O sabah yıkıntıların içerisinde yürüyerek hastaneye indiğimde hastane bahçesinde yatan hastalara rastladım. Gece 3.00 den sonra nöbetçi arkadaşlar iyi çalışmışlar yatan hastaların hepsini içi harabe olmuş hastaneden çıkartmayı başarmışlardı.
Gece 3.03 saatlerinde gerçekleşen 7.4 büyüklüğünde depremi yaşadığımızda herkes zihinlerine kazınan bir hikayeye sahip olmuştu. Artık bir hastanemiz yoktu, acil hastalar için ameliyat yapılabilmesi için bir tırımız vardı. Prefabrik yemekhanemiz acil servis olmuştu. Boynumuza taktığımız bir steteskopla açık alanda hasta bakıyorduk. Enkazdan çıkartılan arkadaşlar vardı ve enkaz altında can veren arkadaşlarımız.
“Hasarınız nedir demiyorduk; kaç ölünüz var” diyorduk. Buz paten sahası binlerce enkazdan çıkartılan insan ölüsüyle dolmuştu. Her branşın bir çadırı vardı. Kız erkek demeden asistanlar hastanenin bahçesine kurulan çadırlarda 5-6 kişi birlikte kalıyorlardı. 2 ay sonra bu çadırlar yerini prefabrik barakalara bıraktı. Sevgili rektörümüz Baki Komsuoğlu yerle bir olmuş hastaneyi ve asistanları toparlamaya çalıştığında içimden öfke duymuştum halbuki şimdi düşünüyorum da ne kadar dik ve güçlü bir duruş sergilemişti sevgili hocam.
O günden beri hep kendimle hesaplaşırım. İnatlaşmak büyük söz söylemek hayata meydan okumak ne derece doğru ? Depremden 3 gün sonra dönelim ben burada kalmak istemiyorum dediğimde eşim bana “ömür boyu pratisyen hekim kalırsın tekrar çalışamazsın” demişti. Hastaneyi uzaktan görüp balkonlarındaki paslı yataklarını gördüğümde “çingene çadırı” gibi dediğim sözümün karşılığını da 8 ay sonra askeri çadırlara indiğimde anlamıştım.
Her yıl 17 ağustosta köşe yazısı yazmazsam o gün kaybettiğim arkadaşlarıma ve ölen diğer insanlara haksızlık ettiğimi düşünürüm ve bu günde anılarımı taze tutarak hayatın nelere gebe olduğunu bir kez daha kendime hatırlatırım.