Tarih boyunca medeniyetler, insanın özündeki merhamet, adalet ve hakkaniyet arayışının etrafında şekillendi.
Yani ümran hem maddi (şehirler, yerleşimler, ekonomi) hem de manevi (örf, ahlak, siyaset, kültür) unsurları kapsar.
Buna istinâden Peygamber Efendimiz’in “İnsanlara merhamet etmeyene Allah da merhamet etmez” (Buhârî, Tevhid, 2) hadisi; merhameti yalnızca bireysel bir erdem değil, toplumsal bir ilke olarak da sunar.
Gelgelelim bu tabloyu değiştirmek, yalnızca yasalarla veya reformlarla yetmeyecek, bireylerin zihninde ve kalbinde başlayacak bir uyanışla mümkün olur.
Oysa dünyamız hâlâ, erkekliği kudretle ölçen, kadını kutsarken bile ikincilleştiren, çocuk ve hayvanı yok sayan bir algının esiridir. Bu metin, işte tam da bu algının sorgulanmasına ve yerine daha insani bir perspektif konmasına çağrı niteliğindedir:
Tam bu noktada hatırladığım, Hz. Peygamber’in “Annene iyilik et” buyruğuyla başlayıp üç kez anneye, ardından babaya iyilik tavsiyesiyle devam eden hadisi (Buhârî, Edeb, 2; Müslim, Birr, 1) de bu anlayışı destekler. Bu hadisler, anneliğin ve ebeveyne hürmetin İslâm’daki yüksek konumunu gösterir.
Sosyal medyada da bu, “erkek adam ağlamaz” gibi hashtag’lerle ya da “alpha male” içerikleriyle kendini gösterir; güç ve sertlik, erdemin yerine geçer.
Bu düzen, kendi elleriyle şiddet, hoyratlık ve sapkınlık üretir; hâlâ da üretmektedir. TikTok’ta kadına yönelik şiddeti espriye çeviren videolar veya trol hesapların şiddeti normalleştiren paylaşımları buna örnek olarak verilebilir.
Nitekim bu düzen, “sevmeyi” değil, “sömürmeyi” öğretir. Influencer kültürü, lüks ve tüketimi yüceltirken, ilişki koçlarının veya bazı içerik üreticilerinin fayda odaklı tavsiyeleri, doğayı ve insanları sadece “trend” veya kazanç malzemesi hâline getiren kampanyalar, sevginin yerini sömürüye bırakmasının sosyal medyadaki yansımalarıdır.
Toplumsal dönüşüm bireylerin zihninde başlar. Alışkanlık hâline gelmiş ayrımcı sözler ve davranışlar, farkındalıkla, eğitimle ve empatiyle çözülebilir. Çocuklarına eşitliği, saygıyı ve vicdanı öğreten ebeveynler, gelecekte adalet ve barışla yoğrulmuş bir kültürün mirasçısıdırlar.
Okullar; eleştirel düşünmeyi, sorumluluk almayı, özgürlük ve saygı dengesini öğrettiğinde, çocuklar birbirlerine düşman olmak yerine yoldaş olur. İnsan haklarını bilen, kadın-erkek eşitliğini özümseyen nesiller yetiştirmek; şiddetin ve önyargının en köklü panzehiridir.
Kültür ve sanat ise toplumsal hafızanın aynasıdır. Edebiyat, müzik, sinema ve sahne sanatları; kadının, çocuğun ve doğanın onurunu savunan bir anlatı geliştirdiğinde, toplumun bilinçaltındaki eski ve hoyrat kalıplar çözülür.
Bir şarkı, bir roman, bir sahne; tek başına kanunların yapamadığını yapabilir: kalpleri dönüştürebilir.
Ve nihayet adalet, bu dönüşümün mihenk taşıdır. Adaletin terazisi gerçekten eşit tarttığında, hiçbir kimlik, hiçbir cinsiyet, hiçbir zenginlik ya da güç üstünlüğü gözetilmediğinde; toplum nefes alır, vicdan rahatlar. Çünkü adalet yalnızca mahkeme salonlarında kalmadığında, evde, okulda, işyerinde, sokakta hissedildiğinde anlam kazanır.
İşte o zaman, “erkeklik” veya “kadınlık” kimliğiyle değil; “insanlık” kavramıyla bir araya gelmek mümkün olur. O zaman cümlelerimiz yaralamaz, şarkılarımız utandırmaz, geleneklerimiz yarım bırakmaz. Ve o zaman gerçek erdem, başkalarını aşağılamak yerine birbirimizi onurlandırmakta bulunur.
Orada cinsiyet yerine insanlık, tahakküm yerine merhamet, hoyratlık yerine zarafet konuşuyor. Eğitimle, kültürle, sanatla ve adaletle büyümüş bir toplumun içindeyiz artık. Seslerimiz birbirine yara değil, şifa oluyor. Çünkü biz, bir gün gerçekten insan olmayı öğrenmişiz; ve işte o gün, insanlık tarihinin en güzel sayfası açılıyor.