İnsanın hayat yolculuğu, dışarıdaki kalabalıklardan önce kendi içine doğru uzanan uzun ve sessiz bir patikadır.
İnsan bu patikada yürüdükçe, sadece adımlarını değil; kalbinin titreşimlerini, ruhunun kıpırtılarını, hayatındaki değişimlerin işaretlerini de görmeye başlar.
Farkındalık; düşüncenin berraklığı kadar, gönlün de uyanışıdır. Çünkü insan, kendini fark ettiği ölçüde dünyayı da daha sahici görür. Ve insan, bazen en büyük keşfin kendi içinde gizli olduğunu anlamalıdır.
Dış sesler sustuğunda, iç sesin ne kadar güçlü konuştuğunu duyabilmeli; her suskunluğun aslında bir öğretisi, her gecikmiş adımın ardında bir hikmeti olduğunu idrak etmelidir.
Bir damla sudan yaratıldığını fark etmeli insan… Bu küçük başlangıcın içinde saklı olan kudreti; büyümenin, var olmanın, nefes almanın nasıl bir mucize olduğunu düşünmeli.
Anne rahmine sığan bedenin, dünyaya geniş gelmeye başlamasını; sonra da bir metrekarelik toprağa mecburen sığmanın kaçınılmazlığını idrak etmeli. Hayatın en büyük sırrının aslında bu daralıp genişleme döngüsünde gizli olduğunu da anlamalıdır.
İnsan büyüdükçe dünya daralır; dünya daraldıkça insanın kalbi genişlemeyi öğrenir. Bu yolculuğun başı ile sonu arasında gizli bir hikmet vardır. Öyle hikmetlidir ki; Kur’ân-ı Kerîm’de yer alan İnsan Suresi’nin ikinci ayeti, “Biz insanı, karışık bir nutfeden yarattık.” buyurarak yaradılışın basit fakat muazzam bir başlangıca sahip olduğunu ve insanın bu ikiliğin farkında olması gerektiğini bir uyarı niteliğinde hatırlatmaktadır.
Aynı tohumun hem kırılgan hem de toprağı yardığında kudretli olması gibi, insan da kendi iç kırılganlıkları ve iç gücüyle bir bütün hâline geldiğinde olgunlaşır.
Yeni doğan bebeğin sımsıkı kapalı avuçları “Dünya benim.” der gibi; nihayet hayat sona erdiğinde açılan o avuçlar ise “Her şeyi bırakıp gidiyorum.” dercesine sessizdir. Bu iki an arasındaki bütün koşuşturmalar, hırslar, öfkeler, sevgiler ve kırgınlıklar işte o avuçların açılıp kapanması kadar geçicidir.
İnsan, bir başka insana iyi niyetli görünüp bambaşka duygularla yaklaşmanın ne denli yıkıcı sonuçlar doğurabileceğinin de farkında olmalıdır.
Gülümseyen bir yüzün ardına saklanan hesaplar, dostluk kisvesiyle kurulan tuzaklar; muhatabının sadece gününü değil, zamanla bütün dünyasını yerle bir edebilir.
Çünkü bilinçli olarak yapılan her kötülük, yalnızca bir ânı incitmez; zihne yerleşen şüpheyle düşünceyi, kalbe çöken güvensizlikle duyguyu, ruha sinen yorgunlukla insanın hayata tutunma iradesini örseler.
İnsan, kendisine uzanan eli tutarken incitileceğini bilmediğinde, kırılma sessiz ama derin olur; güvenin çatladığı yerde insan, kendini ve hayatı sorgulamaya başlar.
Bu tür bilinçli yaralar zamanla insanı içine kapatan, sevdiklerinden uzaklaştıran, hayata karşı isteksizleştiren ve değersizlik duygusunu besleyen ağır bir ruh hâline, hatta derin bir depresyona sürükleyebilir.
Bu yüzden insan; sözünün, bakışının ve niyetinin bir başkasının ruh dünyasında nasıl bir yıkım ya da diriliş bırakacağını idrak etmeli, “Benim davranışım onun hayatına ne bırakır?” sorusunu kendine sormadan adım atmamalıdır.
Zira farkında olunmadan yapılan bir kötülük hata sayılabilir; fakat farkında olarak yapılan kötülük, bir insanın iç dünyasını enkaza çeviren, vebali ağır bir vicdan imtihanıdır.
Vicdan terazisi işte tam burada kurulur. İnsan, kendi çıkarını mı tartar; yoksa karşısındakinin yıkılan dünyasını mı? Nitekim bir kalbi bile bile karartan herkes bilmelidir ki, o karanlık eninde sonunda dönüp kendi ruhunun kapısını çalacaktır.
Hz. Ali’nin şu sözü ise kulaklara küpe olmalıdır:
“Dünya bir gölgeliktir; uzar, kısalır ama sonunda yok olur.”
Ve insan anlamalıdır ki, gölgeye takılıp kalmak mı; gölgelikten geçip ışığa ulaşmak mı önemlidir.
Dünya gölgede yaşanan bir sınav ise, gerçek huzur gölgenin ardındaki hakikati görebilmektir.
Azrail’in ne zaman geleceğinin bilinmeyeceğini, ölümün kapıyı çalmadan da içeri girebileceğini fark etmeli. Ve insan, “Ölmeden önce ölünüz.” buyuran Peygamber Efendimiz’in hikmetli sözünü hatırlamalıdır. Bu söz; nefsi terbiye etmeyi, kibri, kini, hırsı öldürüp kalbi diriltmeyi öğütler. Hepimizin bildiği bir söz vardır: “Nasıl yaşıyorsak öyle öleceğiz; nasıl ölüyorsak öyle dirileceğiz.”
Öyle ki insan, ölüme hazırlanmanın asıl yolunun yaşamaya dikkat etmek olduğunu da anlamalı; her nefesin bir emanet, her günün geri verilmeyen bir hediye olduğunu fark etmelidir.
Gülün dalındaki dikeni görürken, dikenin yanı başındaki gülü de fark etmeli. Çünkü insan hayatının büyük sırrı burada saklıdır. Nasıl ki aydınlık karanlıkla anlam bulur, sevinç hüzünle derinleşir, iyilik kötülüğün varlığında değer kazanır… Nitekim her şey zıddı ile kaimdir.
Yunus Emre’nin söylediği gibi:
“Derdim bana derman imiş.”
Kimi zaman acı bizi olgunlaştırır, kayıp bizi büyütür, diken bizi gülün kıymetine erdirir. İnsan bilmelidir ki, sıkıntıların gelişi sadece sınamak değil, aynı zamanda temizlemektir. Kimi acılar içimizi arındırır; kimi dikenler yolumuzu kesmez, aksine yönümüzü düzeltir.
Şunu da söylemeden geçemeyeceğim: Evinde bir hayvanı sevgiyle koruyup beslerken, çocuk sahibi olmaya dair korkularının ne kadar mantıksız olduğunu anlamalı insan. Zira sevgi çoğaldıkça, içimizde genişleyen bir kalp vardır.
Bir ihtiyaç sahibine el uzatmamanın içte bıraktığı huzursuzluğun, aslında merhametin dile gelmeye çalışan fısıltısı olduğunu fark etmeli. Ve yine bu noktada kutsal kitabımız Kur’ân’ın, “Kim bir canı kurtarırsa, bütün insanlığı kurtarmış gibi olur.” (Maide Suresi, 32) müjdesini hatırlatmak isterim. Bu ayet, insanın içindeki iyiliğin ne denli büyük bir yankı oluşturabileceğini gösterir.
Bilmelidir ki insan; iyilik yalnızca karşıya değil, en çok da kendine verilen bir armağandır. Dolayısıyla yapılan her iyilik, insanın kendi kalbinde çoğalan bir huzurun miftahıdır.
En çok da sevginin yaşatılması gerektiğini fark etmeli insan. “Seni seviyorum.” cümlesinin yorgun bir gönlü nasıl dirilttiğini, kırılmış bir kalbe nasıl merhem olduğunu, iki insan arasındaki bağı nasıl yeniden canlandırdığını anlamalı.
Sevgi gizlendikçe değil, dile geldikçe büyür. Mevlânâ’nın dediği gibi:
“Sevgi, her şeyin başlangıcıdır; eksilmez, paylaşıldıkça çoğalır.”
Tıpkı öyle… Sevginin bir dili, bir zamanı, bir bahanesi yoktur; bazen bir bakış, bazen bir dokunuş, bazen bir cümle hayatın ağır yükünü hafifletebilir.
İnsan, farkındalığını derinleştirdikçe kendini daha iyi tanır; kendini tanıdıkça Rabbine yaklaşır. Çünkü farkındalık, insanı hem dünyaya hem ahirete hazırlayan bir ışıktır. Bu ışık var oldukça insan, hangi adımı attığını, nereye yürüdüğünü, neyi neden yaptığını daha net görebilir. Ve kalbiyle yürüyen insan bilir ki; hakikat bazen fısıltı kadar sessiz, bazen de bir uyanış kadar güçlüdür. Yeter ki insan, kendi içindeki sessiz çağrıyı duymayı ihmal etmesin.
Hâsılı insan; fark etmeyi öğrenmelidir. Zamanın kıymetini, nefesin değerini, sevginin gücünü, iyiliğin ağırlığını, şükrün bereketini, hayatın geçiciliğini ve en nihayet ölümün yakınlığını…
Ve bir gün bitecek ömrün, aslında her gün yeniden başlayan bir öğreti olduğunu.
Rabbim; inanan–inanmayan herkese, vicdan terazisi şaşmayacak kadar diri, başkasının kalbine dokunurken kendi niyetini tartabilecek kadar adil bir yürek; hakikati görebilecek kadar temiz bir kalp, farkı fark edebilecek kadar uyanık bir zihin ve gerçeği taşıyabilecek kadar güçlü bir gönül nasip etsin.
Kimseye bilerek yük olmayacak, kimsenin dünyasını bile isteye karartmayacak bir sorumluluk bilinciyle yaşamayı; iyiliği seçerken hafiflemeyi, kötülükten uzak dururken arınmayı hepimize lütfetsin.
Kalbî duâ, bâkî selam ile…