“İnsan gözdür görüştür, gerisi ettir. İnsanın gözü neyi görüyorsa değeri o kadardır” diyor Hz.Mevlâna. Göz bakmakla mükellef, baktığını görmek ise dimağdır. Gözün şahit olmasıdır bakmak, görmek derinliktir. Bakmak için gözün açık olması gerekir, görmek ise akıl ve kalbin hikmet penceresi, göz ve kulak menfezleriyle devreye girmesidir… Bakmak gözün fiilî bir hareketi iken, görmek bir […]
“İnsan gözdür görüştür, gerisi ettir.
İnsanın gözü neyi görüyorsa değeri o kadardır” diyor Hz.Mevlâna.
Göz bakmakla mükellef, baktığını görmek ise dimağdır. Gözün şahit olmasıdır bakmak, görmek derinliktir. Bakmak için gözün açık olması gerekir, görmek ise akıl ve kalbin hikmet penceresi, göz ve kulak menfezleriyle devreye girmesidir…
Bakmak gözün fiilî bir hareketi iken, görmek bir şuur-u fâiliyedir. Bakınca tanır geçeriz baktığımız her ne ise, görmekle önce anlar sonra kavrar ve netice-i itibâr sağlarız. Bakmak seyr-i âlem, görmek hükm-ü nazardır.
Ne büyük fark vardır aslında bakmakla görmek arasında..!
Göz ile bakmak ne büyük bir nimet hazineyi keşfetmek iken, görmek şükre şükür gerektiren hikmetin neticesi, defineye kavuşmaktır.
Ve biz gözlerimizi ruhun hizmetine verip latîfeleri onunla hemhâl edersek hayat onunla ilerler, onunla müsekkîn olur ve onun mertebesinden seyreyler âlemi. Bakmanın yalın tanısından çıkıp görmenin yaşayarak tatlanan lezzetine ulaşırız.
Neye nasıl baktığımız ve bakınca ne gördüğümüz ehemmiyet arz eder. Çünkü görmekle kalbin hafsalasına o şekilde kayd olur ki ruh; onunla ya süslenir ya pislenir.
İnsan kalbinde ne taşırsa dünyayı da öyle görür.
Göz ruhun penceresidir. Ruh, neyi diliyorsa o pencereden görür. Gözün rengi, şekli ve biçimi değil aslında ruhudur baktığındaki gördüğü. Hüsnî latifelerle beslenmiş bir ruhun aynasına da hüsünler dolar ve insan mazhâriyetine binâen ruhunda tecellî eden esmâsını bulur. Açığa çıkan esmâ gerek hâl, hareket, tavır ve tutumlarıyla; gerek konuşmaları ve sözleriyle kulluğuna, insanlığına yansır.
Sonra diğer latîfeler girer devreye. Bütün latîfeler, her birisi kendi lisanlarına mahsus tesbih ve husûsî ibadet, samimiyet ve şuurla secde ettikleri gibi, bütün kâinattan ilâhi dergaha giden bir duâ yoludur.
Ya da bütün bitkilerin, hayvanların ve hatta canlı cansız yaratılmış her bir varlığın kabiliyetleri dahilinde, kendilerine has kabiliyet diliyle yaptıkları duâ gibi mutlak sonsuz, feyiz ve bolluk sahibi olan Allah’tan bir suret talebidir. Ve Allah kıymeti ruha vermiş ve onu gizlemiş sureti göstermiş ki kıymetli olanın asıl olduğunu suretin yalnız sahte olduğunu idrak edebilsin ve kendine yansıyan esmasını açığa çıkarabilsin.
İşte insanı insan yapanda ruhunda taşıdığı imana dayanarak kulluğunun nispetinde onu kemale mazhar eylemesidir.
Hz.Ali R.anh’ın “Gören göze karanlık perde olamaz. Görmek istemeyen göze ışık ne yapsın.” dediği gibi…
Bâkî muhabbetlerimle…