Bizi vuran yine biziz!

Yayınlama: 23.07.2025
Düzenleme: 23.07.2025 23:27
A+
A-

Toplumsal kültür, yalnızca bireyin günlük yaşantısını şekillendirmekle kalmaz; aynı zamanda geçmişten günümüze aktarılan ortak değerler, semboller ve anlatılar aracılığıyla toplumun kolektif kimliğini de inşa eden, yaşama biçimini, değerlerini, duygularını ve düşüncelerini şekillendiren dinamik bir yapıdır.

Bu bağlamda toplumsal hafıza, kültürün en önemli taşıyıcılarından biri olarak öne çıkar. Hafıza, bir toplumun geçmiş deneyimlerini nasıl hatırladığı, nasıl yorumladığı ve geleceğe hangi mirası taşıdığıyla doğrudan ilişkilidir. Dolayısıyla kültür ile hafıza, birbirini sürekli besleyen ve yeniden üreten iki temel yapı taşı olarak değerlendirilmelidir.

Bu yapının içinde medya ve özellikle popüler kültür ürünleri, kişinin kimlik inşasında önemli bir rol oynamaktadır.

Ancak bu rol, sadece pozitif yönleriyle değil; aynı zamanda değer aşınması, anlam kaybı ve ahlaki dejenerasyon gibi tehlikeleri de beraberinde getirmektedir.

Popüler kültür ürünleri, diziler, filmler, dijital içerikler ve sosyal medya platformları, bu hafızayı yeniden üretme sürecinde merkezi konumdadır.

Ne var ki bu üretim süreci her zaman sağlıklı bir yönelim içinde gerçekleşmez.

Tarihsel anlatıların tahrif edilmesi, kültürel değerlerin basitleştirilmesi ya da ticari kaygılarla anlam derinliğinin yok sayılması gibi eğilimler, hem toplumsal hafızanın zedelenmesine hem de kültürel sürekliliğin kesintiye uğramasına neden olur.

Özellikle hızlı tüketilen popüler içerikler, kültürel sembolleri ve tarihsel olayları yüzeysel bir şekilde ele alarak, kolektif bilinçteki yerlerini zedeler. Bu durum, zamanla geçmişle kurulan bağın zayıflamasına, kültürel mirasın araçsallaştırılmasına ve toplumun ortak değerler etrafında birleşme kabiliyetinin azalmasına yol açar.

Oysa ki toplumsal hafıza, sadece bir geçmiş arşivi değil; bugünü anlamlandırma ve yarını kurma açısından da vazgeçilmez bir referans noktasıdır.

Toplumsal hafıza yalnızca tarih kitaplarında ya da arşivlerde değil; şarkılarda, dizilerde, filmlerde, günlük dilde ve davranış kalıplarında da şekillenir.

Bir toplumun neye güldüğü, neyle ağladığı, neye özlem duyduğu ve neyi “normal” olarak kabul ettiği, o toplumun ortak bilinçaltını yansıtan temel göstergelerdendir. Ancak bu göstergeler zamanla dönüşür.

Dönüşüm doğal bir süreçtir elbette; fakat kayıtsızlıkla ve sorgulamadan benimsenen dönüşümler, toplumların temel değerlerini aşındırır.

Medya organlarının ve kültürel aktörlerin yalnızca eğlence değil; aynı zamanda hafızayı onarma, değerleri yaşatma ve toplumsal dokuyu güçlendirme misyonları da güçlendirilmelidir.

Bir zamanlar utanç duyulacak, mahrem sayılacak ya da sadece belirli kesimlerde dolaşan ifadeler, bugün ana akım medya ve sosyal ağlar aracılığıyla “eğlence” kılığına bürünerek hepimizin diline, kulağına ve hatta duygularına nüfuz etmiş durumda.

Gündelik hayatta en sık karşılaştığımız kültürel formlardan biri müziktir. Müzik, sadece bir eğlence aracı değil; aynı zamanda duyguların ve değerlerin aktarımında güçlü bir araçtır.

Nitekim birçoğunuzun hâlâ hatırında olduğunu düşündüğüm, aklıma ilk gelen “Bandıra bandıra ye beni” gibi bir şarkının yalnızca ritmiyle eğlenirken içeriğini normal kabul etmeye başlamamız, “İtirazım var bu zalim kadere” şarkısıyla hüzünlere gark olup, şarkının şirk kokan sözlerini göz ardı etmemiz bu dönüşümün en basit ama çarpıcı örneklerinden biridir.

Popüler kültür, içeriği anlamdan arındırarak yalnızca forma odaklanmaya başladığında, toplum da bu yüzeyselliği “doğal” bir hâl olarak benimser.

Daha çocuk kalbiyle ezbere söylerken şen şakrak içeriğini bilmeden, yine 90’ların “Dokunsana”sı ile ve bir neslin hafızasına neşeyle kazınan “Karabiberim, vur kadehlere, hadi içelim” şarkısı ise, alkolü eğlencenin vazgeçilmez bir parçası olarak normalleştirmede gayet aktif bir rol üstlenmiş olduğunu görüyorum…

Şarkılar üzerinden şekillenen yaşam biçimleri, müziğin yalnızca bir sanatsal ifade olmadığını, aynı zamanda kültürel yönlendirici olduğunu da göstermektedir.

Hemen ardından Yeşilçam filmlerini sıraya alabilirim. Yeşilçam filmlerinin hâlâ büyük bir keyifle izlenmesi, bu nostaljik üretimlerin günümüz değer yargılarını nasıl şekillendirdiği üzerine düşünmeyi gerektirir.

Şaban, Ramazan, Recep gibi karakterlerle güldük; ancak bu karakterlerin zihinlerimizde oluşturduğu sosyal hiyerarşiye, toplumsal rollerin basitleştirilmesine, kadın-erkek ilişkilerindeki klişelere hiç mi hiç dikkat etmedik. “Güldük geçtik” derken, aslında zihinlerimizde yerleşen stereotiplere hiç farkında olmadan onay verdik.

Bugünün medya içerikleri, popüler figürleri; diziler, sosyal medya hesapları, televizyon programları, genellikle “çok izlenme” ya da “yüksek etkileşim” kaygısıyla üretilmekte, reytinge ve etkileşime hizmet etmektedir.

Bu süreçte geleneksel değerler, inançlar, mahremiyet gibi toplumsal dengeler kolaylıkla göz ardı edilmektedir. İçeriklerin ahlaki derinliği değil; sansasyon yaratma kapasitesi esas alınmakta, toplum da bu içeriklere hem tüketici hem de üretici olarak katkı sağlamaktadır.

Sadece üretilen içerikleri suçlamak yeterli değildir; çünkü onları meşrulaştıran, tükettikçe büyüten ve hayat sürecine entegre eden biziz.

Toplumlar şarkılarına göre şekillenir, dizilerine göre düşünür, filmlerine göre hayal kurar hâle geldi ne yazık.

Sosyal medya çağında herkes birer yayıncıdır. Tüketici olmakla yetinmeyip, aynı zamanda içerik üreticisine dönüşen birey, artık yalnızca izlemiyor; katılıyor, destekliyor ve çoğaltıyor. Bu da bireyin pasif bir alıcı değil; aktif bir kültürel aktör olduğunu gösterir.

Dolayısıyla tüketilen her içerik, aynı zamanda kültürel bir tercihtir. Bu tercihler zamanla anlam dünyasını biçimlendiren, etik ve estetik sınırların aşınmasında temel rol üstlenen etkendir.

Şarkılar, diziler ya da sosyal medya fenomenleri; uzun vadede bireyin ahlak algısını, güzellik tanımını ve yaşam pratiğini etkiler. Buna istinaden, medya okuryazarlığı artık bir lüks değil, toplumsal bir sorumluluktur.

Dinlediğimiz şarkılar, izlediğimiz diziler, takip ettiğimiz ünlüler, uzun vadede dilimizi, düşünme biçimimizi ve değer dünyamızı biçimlendirmektedir.

Bu süreç çoğu zaman farkında olmadan gerçekleşir. Biraz dikkatle, biraz yakından, biraz hakikat penceresinden bakabilsek, anlam dünyamızın nasıl aşındığını görebiliriz. Fakat ne yazık ki çoğu zaman o pencereyi açacak cesareti göstermiyoruz.

Bugüne kadar popüler olan çoğu içerik “masum” değildi ama biz onları fark etmeden içselleştirdik. Şimdi ise içi boşalmış kavramlarla dolu bir dünyada, yalnızca ritme uyarak, yalnızca güldürmesine veya ağlatmasına göre değer biçerek yaşar hâle geldik.

Değerleri ayaklar altına alınmış bir toplumun en büyük sorumluluğu, o değerleri tüketen bireylerin kendisidir. Her izlenen içerik, her paylaşılan video, her alkışlanan şarkı, sistemin devamı için bir onaydır. Ve bu sistemin mimarı, bizzat halkın kendisidir.

Yani demem o ki, bizi vuran yine biziz.

Peki, geri dönüş mümkün mü?

Bu noktadan sonra yapılabilecek şey, sadece nostaljik özlemlerle sızlanmak değil; bilinçli bir medya okuryazarlığı geliştirmek, kültürel seçiciliği artırmak ve anlamı yeniden inşa etmektir.

Geleneksel değerlerle çağdaş ifade biçimleri arasında bir denge kurmak mümkündür. Zira bu denge, ancak farkındalıkla, çabayla ve sorumlulukla sağlanabilir.

Popüler kültür, hayatımızın merkezinde yer almaktadır ve bu konumuyla sadece bir eğlence unsuru değil; aynı zamanda bir öğretici, şekillendirici ve dönüştürücü güçtür. Ancak bu gücün sınırlarının farkında olmak, anlamın erozyona uğramaması için bilinçli tüketim alışkanlıkları geliştirmek elzemdir.

Kültür, geçmişin izlerini taşıyan bir yol haritasıysa; hafıza, o haritanın pusulasıdır. Bu iki kavram arasındaki uyum, bir toplumun kimliğini koruyarak yenilenmesini sağlayacak en güçlü zemini oluşturur.

Şarkılar, filmler, diziler… Hepsi bir kültürel ortamın yansımasıdır. Ama aynı zamanda geleceğin inşasında da belirleyicidir.

O hâlde kendi dizlerimizi dövmeden önce, o dizlerin üzerine oturup düşünmeliyiz:
Ne izliyoruz, neyi alkışlıyoruz ve neyin parçası oluyoruz?

Selâm, duâ, muhabbet ile…

Bir Yorum Yazın

Ziyaretçi Yorumları - 2 Yorum
  1. Professor macks dedi ki:

    Toplumsal yozlaşmanın önüne geçmek için bireysel ve kolektif düzeyde çeşitli adımlar atılabilir. İşte bazı öneriler:Eğitim ve Farkındalık: Toplumsal değerler, etik ve ahlak üzerine eğitim programları düzenlenmeli. Okullarda ve toplumda dürüstlük, adalet ve empati gibi değerler vurgulanmalı.
    Adil Sistemler Kurma: Yolsuzluk ve haksızlığı azaltmak için şeffaf, hesap verebilir yönetim ve hukuk sistemleri güçlendirilmeli. Adaletin herkes için eşit şekilde işlemesi sağlanmalı.
    Rol Modeller ve Liderlik: Toplumun önde gelen isimleri, liderler ve kanaat önderleri etik davranışlarıyla örnek olmalı. Medya ve sosyal medya bu tür olumlu örnekleri öne çıkarmalı.
    Toplumsal Dayanışma: Toplumda bireyler arası güveni artıracak sosyal projeler ve dayanışma faaliyetleri teşvik edilmeli. Komşuluk, yardımlaşma gibi geleneksel değerler canlandırılmalı.
    Kültürel ve Manevi Değerlerin Güçlendirilmesi: Toplumun ortak kültürel ve manevi değerleri, bireyleri birleştirici şekilde vurgulanmalı, ancak bu süreçte farklılıklara saygı gösterilmeli.
    Medya ve Teknoloji Kullanımı: Medya, yozlaşmayı körükleyen değil, etik değerleri teşvik eden içerikler üretmeli. Sosyal medya platformlarında bilinçli kullanım teşvik edilmeli.
    Bireysel Sorumluluk: Her birey, kendi davranışlarından başlayarak dürüstlük ve doğruluk ilkelerine bağlı kalmalı. Küçük ölçekte başlayan değişimler, toplumu olumlu yönde etkileyebilir.

    Bu adımların etkili olabilmesi için hem bireylerin hem de kurumların iş birliği yapması gerekir. Yozlaşma, ancak uzun vadeli ve bütüncül bir yaklaşımla azaltılabilir.

  2. Professor macks dedi ki:

    Kaleminize kuvvet yüreğinize sağlık uzun zamandır kanayan yaramıza vurgu yapmanız fevkalede olmuştur Rabbim razı olsun selam ve dua ile