“Liyakat”… Son yıllarda en çok kullandığımız kelimelerden biri. Her cümlemizin içinde yer buluyor kendine. Ama aslında bir yalanı örtmek için sığındığımız bir kelimeye dönüştü. Sözde liyakat…
Hangi görüşten olursa olsun, birini sadece fikrine göre liyakatli ya da liyakatsiz ilan etmek, en büyük liyakatsizliğin ta kendisi.
Gerçek liyakat sözle olmaz. Tıpkı “ben ülkemi çok seviyorum” diyen ama yetiştirdiği her ürüne sınırsızca ilaç basan, elmaya mum süren “aşırı milliyetçiler” gibi. Milliyetçilik lafla olmaz.
Gerçek milliyetçi; toprağını, havasını, insanını, geleceğini korur. Ürünü yurt dışına gittiğinde 10 kat ilaç kalıntısı nedeniyle geri dönüyorsa, senin milliyetçiliğin ne işe yarar?
Bugün ülkenin en büyük belediyelerinden birindesin, kaynakların bol, imkanların sınırsız ama ITF Junior ilk 1000’de tek bir sporcun bile yok.
Herkese tenisi sevdiriyorum diyorsun, ama bir saatlik antrenman ücreti bin TL. Hangi çocuğa sevdirdin tenisi gerçekten? Hangi yeteneği yetiştirdin?
Gerçek başarı, görünür sonuçlarla ölçülür. Tenis kulübü ya da akademin var ama uluslararası sıralamada ismini andığımız bir genç bile yoksa, “Biz çok iyiyiz, liyakat bizde” deme şansın kalmaz. Bu yalnızca bir pazarlama cümlesi olur.
Liyakat artık herkesin ağzında sakız… Sabah çiğnenip, akşama doğru çene yorulunca çöpe atılan, içi boş bir ezber.
Ama bu ülkenin buna artık karnı tok. Gerçek liyakat, alın terinde, yetişen üründe, filizlenen yetenekte gizlidir. Gerçek milliyetçilik, toprağını ilaçla zehirlememekte, genç yetenekleri ekonomik bariyerlere çarptırmamaktadır.
Gerçek başarı, gösterişte değil, uluslararası arenada adını duyuran gençlerde, temiz üretimde ve erişilebilir fırsatlarda yatar.
Yoksa her şey sadece bir palavra…