Güven…
Bir kelime sadece. Kısa, yalın, masum görünen. Ama hayatın en karmaşık sınavlarından biri. Güvenmek, zihinsel bir karar gibi görünür ama özünde bir ruh cesareti, bir kalp riski taşır. Ve ne gariptir ki, en çok güvendiğimiz insanlar, bizde en derin yaraları açar.
Hayatımın bir döneminde buna defalarca tanık oldum. İnsanlara güvendiğim için değil, onlar beni güvenilecek biri sandığı için kırıldım çoğu zaman. Belki de güvenin en tehlikeli yanı bu: karşılıklı olduğu yanılgısı. İçinde bulunduğumuz ilişkinin, dostluğun ya da bağın aynı derinlikte yaşandığını sanmak…
Oysa kimse, karşımızdakinin bizimle aynı frekansta hissetmek zorunda değil. Ve bunu anladığımızda işte o güven dediğimiz şey, bir sessiz çöküşle paramparça olur.
Hayatın içinde öyle anlar oluyor ki, karşınızdaki insana duygusal anlamda ne kadar açık olursanız olun, sizdeki samimiyet onun için bir konfor alanından öteye geçmiyor. Anlaşılmak istiyorsunuz, fakat her açıklamanız daha da uzaklaştırıyor sizi birbirinizden.
O, sizi anladığını sandığında bile aslında yalnızsınız. Ve bir gün, onun sizi hiç anlamadığını fark ettiğinizde, geçmişte “biz” sandığınız her anın tek kişilik bir hayal olduğunu acıyla görüyorsunuz.
Bu durum insanın psikolojisini yoruyor. Çünkü sürekli kendini sorguluyorsun: “Acaba çok mu şey bekledim?”, “Yoğun diye mi böyle davranıyor, yoksa gerçekten istemiyor mu?”, “Beni sevdi mi, yoksa sadece yanında iyi birini istemişti de ben mi denk geldim?” Bu sorular her gece zihninde dönerken, dışarıdan güçlü ve sakin görünmeye çalışıyorsun. Ama içindeki o küçük çocuk hâlâ bir cevap bekliyor. Hâlâ değerli hissetmek istiyor. Oysa sessizlik, hiçbir cevabın gelmeyeceğini fısıldıyor sana.
Güvenin kırılması, bazen bir aldatma ya da açık bir ihanetle gelmiyor. Bazen, bir öpücüğün eksikliğiyle, bir “iyi geceler” mesajının gelmemesiyle, günlerce yok sayılmakla geliyor. Varlığının sorgulanmasıyla. Oysa tek istediğin “orada olduğunu bilmek.” İnsanın psikolojisi, varoluşunun onaylandığı alanlara tutunmak ister. Ama bir ilişkide sürekli bekleyen, sorgulayan, anlamaya çalışan tarafsan… artık sen olmuyorsun. Sen, onun ilgisizliğine göre şekil alan bir gölgeye dönüşüyorsun.
İşte tam bu noktada, insan kendine bir soru sormalı:
“Ben kime güveniyorum ve neden bu kadar yoruluyorum?”
Bazen birini çok sevmek, onun sana hissettirdiklerini bastırmana neden olur. “Yoğundur”, “Stresi vardır”, “Beni düşünüyor ama gösteremiyor” dersin. Ama sevgi sadece içte yaşanmaz, hissedilmek ister. Yoksa bu bir sevgi değil, senin içinde yarattığın bir beklentiye dönüşür. Karşındaki kişi seni üzmemek için yanında duruyor gibi hissettirdiğinde, zaten seni çoktan bırakmıştır aslında.
Ben artık biliyorum ki; insanın en çok yaralandığı yer, en çok güvendiği yerdir. Çünkü orası, en savunmasız olduğu noktadır. Oraya gelen her darbe, sadece bir kişiyi değil, bir dönemi, bir hayali, bir “birlikte yaşanacaklar”ı da alıp götürür.
Ve bazen en büyük güç, devam ettirmek değil; gitmektir. Güveni hak etmeyen birine karşı, sessizce çekip gitmek. Kırgınlığını çığlık atmadan göstermek. Çünkü herkes bir şekilde gider, ama bazıları gerçekten arkanda kalır. Tüm kalbinle inandığın yerden ayrıldığında, bu sadece bir ayrılık değil, aynı zamanda kendine duyduğun saygının da ilanıdır.
Kısacası…
Güvenmek artık eskisi kadar kolay değil. Çünkü yara izlerimizde, en çok sevdiklerimizin parmak izi var. Ve bunu onlar hiç bilmeyecek.
“Beni en çok, ‘asla yapmaz’ dediklerim yordu.” (Albert Camus)