Dünyamızın yaşı milyonlarla ölçülüyor ama ruhu belki de ilk defa bu kadar yorgun.
Bir gezegenin hafızası olur mu? Eğer olsaydı, tarih boyunca gördüğü savaşları, yakılan ormanları, yitirilen masumiyetleri bir gün kusardı yüzümüze.
Ama en çok bu yüzyılda, kara yüzyılında boğuldu insanlık.
Bir zamanlar “mertlik” vardı derler. Belki doğru, belki değil.
Ama artık mertlikten bahsetmek dahi naiflik.
Çünkü biz, dijital vitrinlerde gerçekliğimizi pazarlayıp, duygularımızı algoritmalara rehin verdik.
Bir beğeni uğruna vicdanımızdan, bir izlenme uğruna kişiliğimizden vazgeçtik.
Teknoloji insanı özgürleştirmedi; onu sessiz bir esir haline getirdi.
Atatürk…
Eğer 30 yıl daha yaşasaydı, belki başka bir yüzyıl olurdu bu.
Özgürlük, adalet ve üretimle örülmüş bir çağ…
Bugünse onun fikirlerine hala tutunuyorsak, bu umut değil; bu, kurtuluş arayan bir enkazın içgüdüsü.
Mum ışığında radyo dinlenen geceler vardı.
Sesin kıymeti, kelimenin asaleti vardı.
Bugün herkesin sesi var ama kimsenin sözü yok.
Ve artık iyi biri olmak mümkün değil; çünkü iyilik bile bir “stratejiye” dönüştü.
Öldükten sonra ne dediklerinin önemi kalmıyor.
Ama ya yaşarken hiç bir şey diyemediklerinin?
Kara Yüzyıl; insanın kendini unuttuğu, aynaya baktığında yüzünü değil, maskesini gördüğü yüzyıl.
Ve biz bu yüzyılın çocukları değiliz, kurbanlarıyız.
Ama yine de…
Külün altında bir kıvılcım varsa, o hâlâ umut demektir.
Belki bir çocuk, belki bir kitap, belki bir hatıra…
Geleceği yeniden yazacak olan, bu yüzyılın karanlığını göğüsleyip içinden geçenler olacak.