Kırılganlıktan Çeliğe, Kadının Gücü

Yayınlama: 13.09.2025
Düzenleme: 13.09.2025 12:51
A+
A-

Hiçbir kız çocuğu “Bir gün güçlü olacağım” iddiasıyla gelmez dünyaya.

Onların o çocuk dünyası rengârenk oyuncaklarla, masal kahramanlarının büyüsüyle ve güvende hissettiren kucaklarla örülüdür.

Çocukluk, hayatın bir tebessüm kadar basit, bir sarılış kadar huzurlu olduğu dönemdir. Fakat zaman ilerledikçe masalların sesi kısılır; kurulan hayaller, iskambil kâğıtlarından yapılmış narin kuleler gibi birer birer yıkılır. İşte o vakit; yıkıntıların altından doğrulabilmek için güçlenmek zorunda kalır.

Bu güç, doğuştan verilen bir armağan değil; acının, kaybın ve direnişin yoğurduğu bir mirastır.

Her yarım kalmış mutluluk, her tutulmamış söz, her ani kayıp kadının ruhuna sabır ve direnç işler. Ve bir noktadan sonra, masumiyetin yerini çelik gibi bir irade alır.

Bugün etrafımıza baktığımızda, kadınların gücünü bireysel hikâyelerde olduğu kadar, toplumsal dönüşümlerde de görmek mümkündür.

Çok yakın bir tarih olan Kahramanmaraş merkezli büyük depremde, çöken beton blokların arasından bebeğini kucaklayarak çıkaran o isimsiz anneleri hatırlayalım.
Bir annenin elleriyle taşları birer birer kenara itişi… Tozun, dumanın içinde nefes nefese kalışı… Sonra kollarını, dünyanın en güvenli yeri yapmak istercesine yavrusunun küçücük bedenine dolayışı… O sahnede hiçbir kelimeye ihtiyaç yoktu; ne kahramanlığa ne süslü sözlere. Çünkü o anlarda güç, gösterişten arınmış, hayatta kalma içgüdüsünün en saf hâlinden yükselen, bir seçenekten öte, nefes almaya devam etmenin, umut etmeyi bırakmamanın tek yoluydu.

Bu topraklarda kadınlar yalnızca enkaz altında kalmadı; her alanda direnerek var oldular.

İş dünyasında Güler Sabancı, erkek egemen yapılara meydan okuyarak genç kızlara “cam tavan”ın kırılabileceğini gösterdi. Onun açtığı yol yalnızca kendisine kapı aralamadı; arkasından gelenlere de umut ve imkân sundu. Bugün mühendislikten finans dünyasına, akademiden teknolojiye kadar birçok kadın, yerleşmiş kalıpları yıkarak yeni bir düzenin mümkün olduğunu kanıtlıyor.

Spor sahasında ise “Filenin Sultanları” bambaşka bir hikâye yazdı. Ebrar Karakurt’tan Zehra Güneş’in inatçı mücadelesine, takımın ortak ruhuna… Hepsi alın terinin, azmin ve pes etmeyen iradenin sembolüne dönüştü. Attıkları her sayı sadece bir skor olmadı; “Kadın başaramaz” diyen önyargılara indirilen güçlü bir darbe niteliği taşıdı.

Sanat cephesinde ise kadınların kalemi, sesi ve üretimi topluma ayna tutmaya devam etti.

Fatma Aliye Hanım, kadınların duygu ve düşünce dünyasına açılan ilk pencerelerden birini aralayarak “Kadın yalnızca evin içinde değil, fikirde de vardır.” mesajını vurguladı.
Öte yandan Millî Mücadele yıllarında hem kalemi hem de kürsülerden yükselen hitabetiyle ön saflarda, bir çağrının ötesinde; kadın iradesinin simgesi hâline gelen Halide Edib Adıvar.
Türk edebiyatının en önemli kadın şairlerinden biri olan Gülten Akın ise, modern Türk şiirinde özellikle toplumcu duyarlılığı ve kadın bakış açısını güçlü biçimde yansıtan eserleriyle, kadınların acısını, suskunluğunu ve direncini dile taşıdı. Onların üretimi, bireysel bir ifade olmaktan çıkıp kolektif hafızamızın temel taşlarına dönüştü.

Bugün de kadın kalemi, geçmişin yankısını bugüne taşıyor.
Meselâ şair Didem Madak, dizelerinde “mor bir yalnızlık”la konuşurken aslında binlerce kadının iç sesi oluyor; romanlarında toplumsal belleğin kırık dökük aynalarını bir araya getiren Ayfer Tunç ise kadınların görünmeyen yüklerini anlatıyor. Onların sözcükleri, birer sığınak gibi hem bugünün tanığı hem de yarının umudu hâline geliyor.

Fakat kadınların hikâyesi yalnızca başarılarla yazılmadı.

Bu ülkenin kadınları aynı zamanda acının ağır yükünü omuzladı. Özgecan Aslan, yarım bırakılmış hayallerin adı olurken; Emine Bulut, kızının gözleri önünde hayattan koparıldı. Bu isimler, toplumun vicdanına kazınmış kara lekeler olarak belleğimizde yer etti. Her kayıp, bize bir kez daha gösterdi ki kadın olmak hâlâ yaşam ile ölüm arasında incecik bir çizgide yürümek anlamına geliyor.

Ve unutmayalım ki bu cesur duruş yalnızca bugünün hikâyesi değil; ecdadımızdan bize miras kalan köklü bir geleneğin devamıdır.
Şöyle bir geriye dönüp tarih sayfalarında gezinirsek, Kurtuluş Savaşı yıllarında, Erzurum’da top seslerinin göğü titrettiği günlerde elinde tüfeğiyle cepheye koşan, direnişiyle bir milletin yeniden doğuşunun sembolü hâline gelen Nene Hatun’a rastlarız.

Ardından Anadolu’yu köy köy dolaşarak topladığı kadın müfrezesiyle işgalcilere karşı koyan Kara Fatma… Onun cesareti, “Kadın geride bekler” anlayışını kökünden yıktı.

Kışın ortasında cephane yüklü kağnısıyla yollara düşen Şerife Bacı’yı unutmak mümkün değil. Bedenini kar örttü, donarak can verdi ama cephaneyi yerine ulaştırdı. Fedakârlığı ise bu milletin hafızasında sonsuz bir iz bıraktı.

Halide Onbaşı, cephede kimi zaman silahıyla, kimi zaman taşıdığı suyla, kimi zaman da sarıp sarmaladığı yaralılarla geçirdiği anlarla tarihin kucağında ilelebet kalacak bir destan oldu. Böylece Türk kadınının yalnız evde değil, savaş meydanında da dimdik durabileceğini bütün dünyaya gösterdi.

İşte bu yüzden, Türk kadınının tarihi yalnızca evin duvarları arasında değil; cephelerde, meydanlarda, kürsülerde ve kalemlerin ucunda yazıldı. Her biri cesaretiyle milletin kaderine yön verdi.

Bugün bizler, onların bıraktığı mirası taşırken aslında şunu biliyoruz:
Bu topraklarda her kadın, ister bir anne, ister bir asker, ister bir sanatçı olsun; yüreğinde aynı cesaretin, aynı direnişin kıvılcımını barındırır.

Ve kadınlar susmadı. Meydanlarda yan yana durdular, dijital platformlarda seslerini yükseltip “yalnız değiliz” dediler. Dayanışma ağlarıyla birbirlerini korudular. Her bir örgütlenme, yeni bir çağın müjdecisi oldu. Çünkü kadınların yan yana gelişi, bir toplumsal dönüşümün en güçlü işaretidir.

Bugün enkazdan bebeğini çıkaran anneyle, yönetim masasında cam tavanı kıran kadın arasında, sahada ter döken sporcu ile kürsüden haykıran yazar arasında görünmez bir bağ var: direniş…

Her örnek, aslında aynı hakikati gösteriyor: Kadınlar yalnız kendi kaderleri için değil; susturulmuş binlercesi adına da direniyor ve bir araya geldiklerinde yankı buluyor.
Ve o yankı, toplumun çehresini değiştiriyor.

Bütün bu hikâyeler bize şunu hatırlatıyor:
Kadınların mücadelesi yalnızca geçmişte kalmış bir hatıra ya da bugünün gündeminde yer alan bir başlık değildir.
O mücadele, her gün yeniden doğan, her sabah yeni bir umutla başlayan, hayatın tam kalbinde devam eden bir yolculuktur.

İşte bu yüzden, kadınların hikâyeleri sadece bireysel başarılar ya da trajediler değildir.
Her biri, başka birine güç verdiği ölçüde büyür.

Kadınların yolculuğunu anlamak için manevi kaynağımız Kur’ân-ı Kerîm’e baktığımızda;
“Erkek olsun kadın olsun, kim mümin olarak salih amel işlerse, işte onlar cennete gireceklerdir.” (Nisâ, 124) ayetinde, kadın ve erkeğin değer bakımından eşit olduğunu açıkça ifade ettiğini görüyoruz.

Peygamber Efendimiz (a.s.v.) ise bir hadis-i şerifinde,
“Kadınlar hakkında Allah’tan korkun.” (Buhârî, Nikâh, 80) buyurarak, kadınların haklarını gözetmeyi toplumsal bir sorumluluk hâline getirmiştir.
Ve yine bir başka hadiste,
“Sizin en hayırlınız, ailesine en hayırlı olanınızdır.” (Tirmizî, Menâkıb, 63) ifadesiyle aslında toplumsal ölçüyü ortaya koyar.
Güçlü olmak yalnızca erkeklere özgü değildir; kadınların direnişi de Allah katında bir değer taşır.

Kadınların gücü, dini metinlerde olduğu gibi insanlık tarihinin büyük düşünürleri tarafından da dile getirilmiştir.
Bir örnek verecek olursak, Victor Hugo:
“Kadınlar zayıf görünür, ama en ağır yükleri onlar taşır.” diyerek kadınların görünmez dayanıklılığına işaret etmiştir.
Her biri, farklı coğrafyalardan ve çağlardan seslenmiş olsa da aynı hakikati dile getirir:
Kadınların gücü, kırılganlıklarının içinden filizlenir.

Bazı kadınlar, hayatın yükü karşısında susmak zorunda bırakılır.
Kimi evin kapalı kapıları ardında, kimi toplumun baskısı altında, kimi ise “el âlem ne der” korkusuyla…
Ama aynı hayatta, zincirleri kıranlar da vardır:
Şiddeti ifşa eden, haksızlığa karşı haykıran, kendi ışığıyla parlayan kadınlar.

Onlar yalnızca bireysel bir direnişin değil; aynı zamanda toplumsal bir uyanışın da öncüsüdür.
Çünkü bir kadının cesareti, diğerine umut; bir annenin direnci, bir çocuğa hayal olur.

Ve en nihayet, sevgili dostlar;
Kadınların hikâyeleri, kırılgan çocukluktan çelik gibi bir iradeye uzanan uzun bir yolculuktur.
Her gözyaşı sabrı, her kayıp cesareti, her yıkım yeniden ayağa kalkmayı öğretir.
Güçlü kadın olmak, doğuştan gelen bir ayrıcalıktan öte; defalarca yıkılıp yeniden doğmanın adıdır.

Ezcümle;
Dimdik duran her kadın, kendi hikâyesiyle birlikte; susturulmuş, bastırılmış, görünmez kılınmış binlercesinin hayalini de taşır.
Ve onların varlığı, sessiz kalmaya zorlananlara fısıldayan bir umut olur.
İşte tam bu noktada, kadının kimliğinin toplumsal koşullarda biçimlendiğini vurgulayan ve beni en çok etkileyen söz gelir akla:
Simone de Beauvoir’in “Kadın doğulmaz, kadın olunur.” sözü.

Bugün sokağa çıkan her genç kızın kararlı adımlarında,
İş yerinde hakkını savunan her annenin bakışında,
Spor sahasında ter döken her sporcunun nefes alışında
Ya da kalemiyle topluma ayna tutan her yazarın satırlarında hep aynı damar atıyor:
Direnişin, cesaretin ve yeniden doğuşun damarı.

Ve belki de en önemlisi, güçlü kadın olmak;
Büyük laflarla tanımlanacak bir ayrıcalık değil;
Kimi zaman sessizce katlanmak,
Kimi zaman yüksek sesle haykırmak,
Kimi zaman da sadece varlığıyla direnmek demektir.

Nitekim kadınların hikâyesi bitmedi, bitmeyecek.
Çünkü her yeni gün, başka bir kadının ayağa kalkıp hayata yeniden tutunmasıyla başlıyor.
Ve biz biliyoruz ki;
Ayağa kalkan her kadın, bu toprakların yarınını da beraberinde doğuruyor.

Velhâsıl;
Enkazın altında ezilmek zorunda değilsin.
Ayağa kalktığında, sen de yeniden doğabilirsin.

Bâkî muhabbet ile…

Bir Yorum Yazın

Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

Henüz yorum yapılmamış.