Türkiye’ye ayak bastığında köşe yazarlarının dilinde methiyeler vardı:
“Bu adam gelir, Fenerbahçe’yi şampiyon yapar, rakiplerini ezer geçer.”
İlk basın toplantısında atılan manşetler hâlâ hafızalarda. Daha lig başlamadan, kâğıt üstünde kupalar verilmişti.
Bugünse aynı köşe yazarları satırlarını tersten okuyor. Sorgulamalar, eleştiriler, hatta alaycı ifadeler… Aynı kalem, aynı ağız; sadece rüzgârın yönü değişti.
Çünkü burası Türkiye. Her şeyin ithal edildiği, ama hiçbir sistemin ithal edilemediği bir ülke.
Bizde sonuç kutsaldır. Altyapı, plan, vizyon… bunların lafını bile eden yoktur. Bir gün bir ilçede gençlik spor müdürüne uğrarsınız, size çizilen tablo kapkaranlıktır. Bir fikirle girersiniz, pişmanlıkla çıkarsınız.
Mourinho’nun öfkesi tam da buradan doğuyor. Daha maç bitmeden savunma odasına gitmesinin nedeni budur.
Türk gazetecilerin sorularına bakışı, onlara “akılsız” muamelesi yapması da bundandır. Çünkü o gördü: Bu ülkede insanlar sadece sonuca bakar.
İsmin, kariyerin, unvanın ne olursa olsun; bir gün başarısız göründüğün anda madara edilirsin.
Türkiye’de herkes her şeyden anlar. Gazetecilik bölümünden mezun olan biri, yarın büyük bir spor kulübünün genel müdürü olabilir.
Bir karşılaştırma yapalım: Japonya’da bir sporcu ülkesini temsil ederken kaybetse bile, imza sırasına girilir; çünkü değer görür. Burada ise aynı sporcuya yüz çevrilir, görmezden gelinir. “Adam yerine konmaz.”
Mourinho bunu anlamadı. Dünyanın saygı duyduğu bir teknik adamın, burada bir günde değersizleştirildiğini gördü. Ve öfkesi de bir boğa gibi büyüdü.
Oysa mesele Mourinho değil. Mesele Türkiye’nin yıllardır sonuç odaklı, günü kurtarmaya oynayan, sistemsiz yapısı. Onu öfkelendiren bizim aynadaki yüzümüz.