Nimetin imtihanı, yokluğun kaygısı arasında insan

Yayınlama: 17.11.2025
Düzenleme: 17.11.2025 09:02
A+
A-

Hayat, insanın eline bazen taşıması kolay görünen ama gerçekte ağırlığı zamanla artan torbalar bırakır.
Kimi zaman bu torbaların içinde imkânlar, kimi zaman yükler, kimi zaman da ikisinin birbirine karışmış hâli vardır.
Geçtiğimiz günlerde bir arkadaşımla yaptığım sohbet, aslında günümüz insanının kalbine işleyen o görünmez çelişkiyi bütün sadeliğiyle ortaya koydu.
Maddî açıdan güçlü, evleri, arabaları, yazlığı, arazileri olan; bir yandan da maneviyatına düşkün, hayata temiz bakmaya çalışan bir dost… Ama cümlesi tam şöyle başladı:
“Param yok malım yüzünden, borcum çok yine malım yüzünden.”

Bu cümle, ilk duyulduğunda bir ironi gibi görünse de gerçekte günümüzün ekonomik çarkında sessizce yorulan pek çok insanın aslında söyleyemediği ortak cümlesiydi. Sistemin insanlara yüklediği ağırlığı son derece açık bir biçimde gösteriyor.

İnsan, malı arttıkça hayatının da kolaylaşacağını sanır.
Oysa sahip oldukça hafiflemek yerine daha çok kaygıları artıyor. Çünkü modern dünyanın düzeni, malı sefa değil, çoğu zaman takip edilmesi gereken bir sorumluluk hâline getiriyor.
Bilmeliyiz ki yokluğun olduğu gibi malın da bir ağırlığı var. Ve her insan kendi çapında bir denge arıyor.

Arkadaşımın sitemi sadece kişisel bir yakınma değildi. Nitekim toplumun geniş bir kesimi, benzer bir yükün altında sessizce ilerliyor.
İçinde bulunduğumuz modern çağda mal sahibi olmak; geçmişteki gibi “emniyet”, “prestij” ya da “rahatlık” anlamına gelmiyor artık.

Bir evin varsa emlak vergisi, sigorta, aidat, bakım masrafları…
Araban varsa MTV, kasko, zorunlu sigorta, servis ve yedek parça ücretleri…
Yazlığın varsa sezonluk tadilat, kapı-pencere yenileme, yaz-kış giderleri…
Arsan varsa beyanname yükümlülüğü, değer artış vergisi, düzenli kontrol gereksinimi…

Yani “varlık” denilen şey, kâğıt üzerinde durduğu kadar huzurlu bir tablo oluşturmuyor. Her bir mülk, insana gelirinden çok gider takvimi sunuyor.
Arkadaşımın yaslandığı koltukta iç çekmesi boşuna değildi:
“Malım çok ama özgür değilim.”

Eskiden büyüklerimiz “Malın varsa sefanı sürersin” derdi. Fakat bugünün ekonomik sistemi, bu sözü neredeyse tersine çevirdi. Artık birçok insanın hayatında sefa değil, hesap kitabı baskın.
Bir mülk, insanı güvende hissettirmesi gerekirken tam tersine sürekli tetikte tutuyor.
Her ay bir ödeme, her yıl bir vergi, her mevsim bir masraf çıkıyor.

Arkadaşım işte tam bu noktada şöyle dedi:
“Malımı yönetmekten kendime vakit ayıramaz oldum.”

Zenginlik, dışarıdan bakıldığında parlayan bir fotoğraf gibi görünse de içine girildiğinde sürekli çalışan bir mekanizma. Bir düğmesine basınca kapanan değil; insanın hayatının her yerine temas eden, zihnini meşgul eden bir sistem.

“Her nimet bir imtihandır.”
Sohbetin bir yerinde konu ister istemez manevî bir noktaya geldi. Arkadaşım, yılların birikimini taşıyan sakin bir sesle şöyle dedi:
“Mal varlığın olsa bir dert, olmasa da bir dert. Çünkü her nimetin ayrı bir imtihanı var.”
Bu söz, aslında içinde bulunduğumuz ruh hâlini çok iyi özetliyor.

İnsan, sahip olmamanın sıkıntısını da yaşıyor; sahip olmanın ağırlığını da. Hayat, iki uç arasında bir denge bulmaya zorluyor.
Mülkiyet bazen insana güven verir, bazen de insanı kendi dar çemberine hapseder.
Ruh yorgunluğu çoğu zaman maddî imkânla ölçülmez. Bazen çok olanın yükü, az olanın kaygısına denktir.

Bizim toplumda mal sahibi olmak hâlâ bir güç göstergesi gibi algılanıyor. İnsanlara çoğu zaman “neye sahip oldukları” soruluyor, “nasıl yaşadıkları” değil. Oysa kimse şu soruyu sormuyor:
“Bu varlığın sorumluluğunu taşımak o kişi için nasıl bir ağırlık?”

Varlık, dışarıdan sadece göz kamaştırıcı görünür. İçindeki masrafı, zaman kaybını, yorgunluğu kimse görmez. Dışarıdan bakıldığında kolayca zengin diye etiketlenen insanlar bile bazen nakit akışı açısından büyük sıkışmışlık yaşıyor.
Günümüz dünyasında mülkiyetin insanı özgür kılması gerekirken tam tersine daha çok bağladığı bir dönemden geçiyoruz.

Bu sohbet beni bir sonuca götürdü.
Zenginlik, sahip olduğun malın çokluğunda değil; o malın seni ne kadar serbest bıraktığındadır.
Varlığın varsa yük getirir; yokluğun varsa çaba ister.
Her hâlin kendi içinde ayrı bir imtihanı, ayrı bir ağırlığı bulunur.
Ama insanı ayakta tutan şey dışarıdaki sahiplikler değil, içeride kurduğu denge ve sükûnettir.

Gerçek sefa; hesapların bahanesiz, gönlün dağınıksız olduğu bir hayatı sürdürebilmektir.
Mal dediğini elinle tutarsın ama ağırlığını omzunla taşırsın.
Huzur ise görünmezdir; ama insanın içini en çok o ferahlatır.

Asıl zenginlik, insanın gönlünde topladığıdır; cebinde değil. Kendi iç sesini susturmadan yaşayabildiği bir hayat kurabilmesidir.
Mal dediğin; bir gün sefa, bir gün cefa…
Ama gönül dediğin dengede kalırsa her ağırlığı hafifletir.

Sonunda şunu anlıyor insan: Dünya malı, insanın cebini doldurur ama gönlünü doldurmaz.
Ev büyür ama huzur büyümez, araba hızlanır ama zihin yavaşlamaz, yazlık genişler ama iç daralması bitmez.
Bir noktadan sonra sahip olduklarından öte, sahip olduklarıyla ne kadar hafif yaşayabildiğinin hesabını yapar.
Ve işte o zaman idrak eder: Gerçek servet, insanın göğsüne sığan huzurdur. Geri kalan her şey; ev, araba, arsa, yazlık… hayatın gelip geçici dekorlarıdır.
İnsan, cebini değil, gönlünü genişletebildiği kadar zengindir.

Selâm, duâ ile…

Bir Yorum Yazın

Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

Henüz yorum yapılmamış.