Ruhun Aslına Dönüş Çağrısı

Yayınlama: 17.10.2025
Düzenleme: 17.10.2025 08:45
A+
A-

Özlemek… Dilde sade, fakat kalpte çağlayan gibi coşan bir kelime…

İlk bakışta sıradan görünsede aslında insanlığın kadim sızısı, varoluşun en eski yankısı ve kendi özüne doğru yaptığı bir rücûdur.

İnsanın “öz”ünü hatırladığı yerde başlar özlem; çünkü özlediği şey, zaten özünde saklı olandır.

İnsan sevdiğini özler ya, öyle ki sevdiği, kendi özünün bir cüz’üdür. Ne’yi seviyorsa, aslında kendi özündeki hakikatin ona yansımasıdır. Gönül, kendisine benzeyeni tanır; tanıdığına meyleder. Sevgi de, özlemin de menbaı budur.

Zirâ özlemek, sadece birine yahut bir şeye duyulan hasret değildir; insanın kendi özüne, kendi hakikatine yönelişidir.

Bu duygu, varlığın derinlerinde uyanan bir hatırlayıştır; sanki ruh, geldiği menzili yeniden işitir.

Özlemek, zahirde bir his, bir faaliyet gibi görünür; fakat hakikatte insanın kendi öz varlığını yeniden yoğurduğu bir ameldir. Her özlem, insanın iç hamuruna karışan yeni bir mayadır. Özlenen şey, eksilmiş bir parçayı hatırlatır. “Bir şey eksik” der ya insan, işte o eksiklik duygusu, aslında özün kendi bütünlüğünü arayışıdır.

Özlemek, bir kavuşmak arzusu ya da sadece bir dış buluşma değil; insanın kendi iç âleminde tamamlanma çabası, özün yeniden inşasıdır. Ne var ki özden bir şey noksan kalınca, insan kendi kemâlini aramaya koyulur. O arayış, o yakarış hâli… işte biz ona “özlemek” deriz.

Mevlânâ’nın ney’inden dökülen o ilk feryat “Benim aslım kamışlıktandır; ondan ayrıldım diye ağlarım.” işte bu hatırlayışın sembolüdür.

O inilti, bir ayrılığın sızısından öte, insanın özüne ve Yaradan’a doğru çağrılışının sesidir. Bu sebeple her insan, kalbinin bir köşesinde eksik bir parçanın izini taşır. O eksiklik, dünya nimetleriyle dolmayacak kadar derindir.

Tasavvuf ehline göre bu hâl, Hakk’tan üflenen ilâhî nefhanın, yani ruhun öz yurduna dönme arzusudur. Kur’an’da geçen “Ben ona ruhumdan üfledim” hitabı, bu ezelî bağın hafızasıdır.

İnsan, dünyaya ilk adımını attığında ayrılığın farkına varır; yaşam boyu süren arayışı da bu farkındalığın yankısıdır. Çünkü her özlem, insanın “aslına” dönme çabasıdır.

Sevgi ve özlem aynı menbadan doğar. İnsan sevdiğini özler; zira sevdiği, kendi özünün bir cüz’üdür.

Gönül, kendine benzeyeni tanır; onda kendi hakikatini sezer. Bu yüzden sevgi, yalnızca dışa dönük bir yöneliş sayılmaz; içe dönük bir buluşmadır.

Mevlânâ’nın “Sevgi, bizi aslımıza götüren bir kılavuzdur” sözü, bu mânâyı ne güzel özetler.

Sevgiyle başlayan yolculuk özleme dönüşür; özlemle yanmaya başlayan gönül ise vuslata yönelir.

Niyâzî-i Mısrî’nin “Beni bende demen, bende değilim; bir ben vardır bende, benden içeri.” beyti, bu hâlin en latif ifadesidir.

Çünkü insan, özlediğinde aslında kendini arar; içindeki o “benden içeri” olan hakikati…

Özlenen her şey, bir bakıma Hakk’ın cemâlinin tecellîsidir.

Tasavvufî nazarda özlem, bir eksiklik sayılmaz; bilakis kemâle çağrıdır.

İbnü’l-Arabî’nin “Eksiklik, varlığın hareket sebebidir.” sözü, bu anlamı gönlümde aydınlatır.

Özlem de bu eksikliğin nişanesidir; insan, noksanını tamamlamak için yola çıkar.

Bu seyr u sülûk —yani manevî yolculuk— boyunca kişi, özlediğine doğru yürüdükçe nefsinin karanlık perdelerini aralar; her adımda biraz daha arınır, biraz daha özüne yaklaşır.

Hz. Mevlânâ, özlemi bir “ateş”e benzetir: yakıcı ama arıtıcı.

O ateş, insanın nefsini pişirir, kalbini saflaştırır.

Özlem yakarken olgunlaştırır; her gözyaşı bir arınma, bir yeniden doğuştur.

Çünkü aşkın ateşiyle pişmeyen gönül, ham kalır.

Konuyu araştırırken öyle güzel örneklerle karşılaştım ki…

Meselâ Yunus Emre’nin “Aşkın aldı benden beni, bana seni gerek seni.” deyişinde, özlemin aşkla birleşmiş hâli yankılanır.

Burada özlenen bir insan algısı olsa da, hakikatte o insanda zuhur eden İlâhî varlıktır.

Sûfîler bu hâle “iştiyak” derler; yani hakikate duyulan derin arzu.

Gerçek özlem, insanın Rabbine yönelmesidir.

Ve firak, vuslatın mukaddimesidir; ayrılığın kalbinde kavuşmanın tohumu gizlidir.

Özlemek, beklemek sayılmaz; gönlün iradesidir.

Özleyen insan sabrı öğrenir, tevekkülü tadar, kalbini terbiye eder.

Zira özlem, nefsin en büyük imtihanıdır.

Her hasret, kalbin katmanlarını bir bir soyar; içteki nuru açığa çıkarır.

Niyâzî-i Mısrî’nin o hikmetli sözü zihnimde çınlar:

“Olma câhil kim, özleyen özlenir; özleyen özüne döner, özlenende görünür.”

Bu cümle, ruhumun derinliklerinde yankılanan ve defalarca dile getirdiğim “Özleyen de özlenendir.” hakikatini bir kez daha doğruladı bana.

Çünkü insan, Hakk’ın sûretinde yaratılmıştır; O’nu özlerken, O da kulunu kendine çağırır.

Bu karşılıklı çağrı, vahdet-i vücûdun kalbinde yer alır.

Özlem, birliğin sezgisel farkına varmak; ayrılığın içinde birliğin nurunu görmektir.

İnsanın özlemle yanışı, nefsin eriyip özün görünmesidir.

Her “özledim” deyişi bir dua, bir teslimiyet hâlidir.

Çünkü özlem, insanın “ben” dediği perdeden sıyrılıp “Sen” demeye başlamasıdır.

Artık özlenen ne bir kişi ne bir mekândır; o varlıklarda tecellî eden İlâhî Cemâl’dir.

Özlemin nihai menzili vuslattır; ama bu vuslat dışta aranmaz, içtedir.

İnsan, özlediğine kavuştuğunda aslında kendi hakikatine ulaşır.

Ve tasavvufun en ince sırrı işte burada saklıdır:

Özlem, ayrılığın ifadesi sayılmaz; birliğin dilidir.

İnsan özledikçe kendine yaklaşır, hatırladıkça tamamlanır.

İşte o an, özlem vuslata inkılâp eder; İnsan özüne, özü de Sahibine kavuşur.

Belki de “özledim” dediğimizde, aslında “kendimi tamamlamak istiyorum” diyoruzdur. Zira insan, özlediği şeye yürüdükçe kendisine yaklaşır. Özlem, vuslatın ilk nefesidir; ayrılığın diliyle söylenen bir kavuşma duası…

Nitekim özlemek, bir eksiklik değil, bir hatırlayıştır; kalbin en eski duasıdır.

Ki insan, özlediği her şeyde Rabbini anar.

Her hasret, Elest Bezmi’nden gelen ezelî bir yankıdır ve o yankıya kulak verdikçe özüne döner.

Selâm, muhabbet, duâ ile…

Bir Yorum Yazın

Ziyaretçi Yorumları - 1 Yorum
  1. mümin Sağlam dedi ki:

    Gerek konu gerek edebii ve gerekse tasavvufi olarak harika bir makale olmuş. Tebrik ederim.