Bir gün; saatlerin uzadığını, günlerin dolmadığını fark edeceksin. Halbuki bir zamanlar yirmi dört saat yetmezdi günü bitirmeye.
Her sabah, her ferdin kendi odasındaki kargaşa, kahvaltı telaşı, çorap arayışları, kaybolan tokalar, geç kalınan servisler… Hepsi seni yorardı lâkin bir o kadar da yaşatırdı.
Beş dakikalığına da olsa kendini kapattığın alanlar, derin bir nefes almaya çalıştığın o anlar bile şimdi kimbilir ne de kıymetli bir anıya dönüşmüş olacak.
Ve o bir gün; alışkanlıkla açtığın mutfak dolaplarında bir fazlalık dikkatini çekecek. Kırılmasın diye özenle dizilmiş tabaklar, kupa bardaklar, kavanozlar, küçüklü-büyüklü tencereler… yerli yerinde duruyor olacak.
Oysa bir zamanlar her biri sürekli kullanılır, sık sık yıkanır, hiçbiri uzun süre rafta kalamazdı. Şimdi hepsi hareketsiz… bekliyorlar. Sadece orada durmak için var. Sanki mutfak bile senden bir şeyler saklıyor gibi…
Evde gezindikçe başka bir fark daha çarpacak gözüne: Odalar… o çocuk seslerinin çınladığı, saklambaç oynanan, belki yerden yüksek, ne bileyim kovalamaca oynanan ve oyuncaklarla düzeni kaçmış odalar. Şimdi hepsi sessiz.
Kusursuz bir düzende, tozlanmadan tertemiz duran raflar, katlanmış battaniyeler, dikkatle asılmış, bir gelin duvağı edasıyla salınan perdeler… Her şey yerli yerinde fakat bir eksiklik var. Gözle görülmeyen ama yürekle hissedilen derin bir boşluk.
Bir gün; belki de sadece misafir geldiğinde kullandığın salonun kusursuzluğuyla övünürken durup düşüneceksin. “Ne zaman bu kadar düzenli oldu burası?” diye soracaksın kendine. İşte o vakit cevabı biliyor olacaksın. O düzen, bir gidişin, bir sessizliğin sonucuydu.
Tam da o gün; zamanında binlerce kez söylediğin o cümleyi hatırlayacaksın: “Herkes yuvasını kursun, evinde olsun” , “Bir büyüsünler de rahat edeyim…”
Rahat ettin. Zîra huzur bu değilmiş… Huzur; onların ayak seslerinde, evin her yanına dağılmış oyuncakların arasında, aniden sarılan kollarında, habersiz öpücüklerinde gizliymiş. Ve sonra sen, o dağınıklığın kıymetini bilmek için düzenin içine hapsolmuş bulacaksın ruhunu.
Ve o an içinden geçireceksin: Bir günlüğüne de olsa, sadece bir gün… bir gün daha onlarla olmak isterdim.
Bir kez daha yere dökülen sütü silmek, bir kez daha aynı kitabı üçüncü kez okumak, bir kez daha “Anne, hadi oyun oynayalım” “anne yoldayım ve çok açım” ve “anne…..?” lerle başlayan istek cümlelerini duymak.
Sadece bir kez daha, o yorgun ama sevgi dolu günlerden birini, bir kez daha yaşamak.
Hayat, çoğu zaman bizden hızlı akar. O kadar yoğun, o kadar karmaşık ve o kadar iç içe yaşarız ki; bazı güzellikler yanımızdan sessizce geçip gider. Ancak durduğumuzda, geri dönüp baktığımızda, en çok da elimizdeki şeylerin kıymetini, onları kaybettiğimizde öğreniriz. Oysa insanın en büyük becerilerinden biri, sahip olduklarını henüz elindeyken fark edebilmesidir. Bu farkındalık, sadece maddi zenginlikleri değil; sevgi, sağlık, dostluk, huzur gibi manevi değerleri de kapsar.
Günümüz toplumlarında hızla tüketilen her şey gibi, duygular da hızla tükeniyor. Bir bardak çayı paylaşmanın sıcaklığını, bir dostun halini sormanın samimiyetini, sağlıklı bir sabaha uyanmanın değerini çoğu zaman gündelik telaşlarımız arasında unutuyoruz. Oysa bir insan için “sahip olmak”, yalnızca elindekilere değil, onların farkına varmaya da bağlıdır.
Maddi anlamda zengin olmak, bir güven duygusu yaratabilir; ancak bu güven, içsel tatminle desteklenmediğinde eksik kalır. Sahip olduklarımızın değerini bilmek, onlara tutunmak değil; onları özgür bırakırken minnet duymaktır. Çünkü değerini bildiğimiz her şey, bir sorumluluk doğurur. Sağlık varsa ona iyi bakmalı, sevgi varsa onu büyütmeli, bilgi varsa paylaşmalı, zaman varsa anlamla doldurmalıyız… gibi gibi…
Her gün göz göze geldiğimiz sevdiklerimizin, bize ihtiyaç duyan küçük kalplerin, yorgunlukla harmanlanmış ama sevgiyle dolu o günlerin kıymetini zamanında anlamak… İşte bu, hayatta ulaşılabilecek en kıymetli farkındalıktır.
Belki bir gün, bugün bize sıradan gelen anların ne kadar kıymetli olduğunu anlayacağız. Ama neden o günü bekleyelim? Neden sevdiğimize daha fazla sarılmadan, daha çok “seni seviyorum” demeden, neden sabahın karmaşası içinde bir teşekkür etmeyi erteleyelim? Nitekim hiçbir sabah aynı değil, hiçbir an bir daha yaşanmayacak.
Psikolojik araştırmalar, şükran duygusunun bireyin ruhsal sağlığı üzerinde müsbet anlamda pozitif etkiler oluşturduğunu ortaya koyuyor. Her gün minnet duyduğumuz üç şeyi yazmak gibi basit bir egzersiz bile uzun vadede zihinsel iyilik halini artırıyor. Yani kıymet bilmek, sadece bir erdem değil; aynı zamanda ruh sağlığımızı besleyen bir davranıştır.
Bugün, sahip olduğumuz her şey bir gün “keşke”lere dönüşmesin diye, bakmayı değil görmeyi, duymayı değil hissetmeyi öğrenmeliyiz. Çocuklarımız yanımızdayken onların kahkahalarına kulak vermeli, eşimizle bir çay molasını hayatın değerli bir hatırası gibi yaşamalı, dağınıklığın içinde düzen aramak yerine, o anların eşsizliğine şükretmeliyiz.
Bu yüzden… bu günü, olduğun hâl ile; sevdiklerinle, her kusuruyla birlikte sev. Çünkü hiçbir şey sonsuza kadar kalmaz… ama sevgiyle yaşanmış anılar hep bizimle kalır.
Ve hayat, bize sürekli daha fazlasını istemeyi öğretirken; bilgelik, elimizdekilerin anlamını kavrayabilmeyi önerir. Belki de en büyük zenginlik, bir lokmayı huzurla yiyebilmekte, bir cümleyi kalpten kurabilmekte, her ânı içten yaşayabilmektedir.
Yüreğine sağlık üstadem❤️
Teşekkür ediyorum.
Eksik olmayın