İnsan, çoğu zaman kendi iradesiyle değil, içine doğduğu düzenin sınırlarıyla yaşar. Hayat, özgür seçimlerin değil; zorunlu kabullenişlerin toplamına dönüşür.
Modern dünyanın parıltılı yüzü, özgürlük yanılsaması yaratırken, aslında birey giderek daha fazla sıkışır; duygularına, kimliğine ve gerçekliğine yabancılaşır.
Kapital sistem, arzuları sürekli kışkırtır; sahip olmayı, olmanın önüne geçirir. Lüks, statü ve gösteriş; gerçekliğin yerine geçer.
Oysa insanın ruhu, dış görünüşle değil, iç bütünlükle var olur. Ne var ki, bu düzende kimse artık kalbiyle değil, etiketiyle tanımlanır.
İnsani değerler, ekonomik değerler karşısında erir gider.
O çok özenilen çevrelerde —yalılarda, davetlerde, gösterişli masalarda— sevgi bile bir gösteri unsurudur. İltifatlar, duygunun değil stratejinin ürünüdür.
İnsanlar birbirine yakın durur ama içtenlikle değil; faydayla, pozisyonla, kazanımla. Sevgi, çıkar ilişkilerinin ağına takıldığında, özü kaybolur.
İşte tam da bu yüzden, dışarıdan zengin görünen hayatlar, içeriden derin bir yoksunluk taşır. Duygusal çoraklık, ihtişamın gölgesinde kalır.
Zenginliğin verdiği ses, özgüven sanılır. Oysa içi boş kalabalıkların arasında, gerçek bir “ben” sesi nadiren duyulur.
Bugün bir bireyin değeri; karakteri, ahlakı ya da düşünsel derinliğiyle değil, sahip olduklarıyla ölçülüyor. İnsan, varoluşunun merkezinden koparılmış, yüzeyde tutunmaya zorlanmıştır.
Ve işin en acı tarafı: bu düzende çoğumuz yaşamıyoruz, sadece tahammül ediyoruz. Sahte konforlara razı geliyor, ruhumuzu susturuyor, görünürde var olup içimizde eksiliyoruz.
Katlanmakla yaşamayı karıştırıyoruz. Oysa insanı insan yapan; seçme hakkı, içtenliği ve vicdanıdır.
Belki de artık sormalıyız: Gerçekten yaşıyor muyuz?
Yoksa sadece, dayatılan bir yaşam biçimine uyum sağladığımız için buna “yaşamak” mı diyoruz?