İnsan diyorum; ancak anladığı kadar merhametli, anlattığı kadar açık, anlaştığı kadar insan kalabilir.
Nitekim sözün hakikati, anlayışla başlar; anlaşmanın yolu, kalpten kalbe kurulan köprüdür.
İnsanlık tarihi boyunca en büyük mesele, insanların birbirini anlamaya çalışmadan yargılaması, ifade etmeyi beceremeden susması ve anlaşamadan ayrışması olmuştur.
Oysa her çağda, her coğrafyada hakikate yakın duranlar şunu fark etmiştir: Anlamak, anlatmak ve anlaşmak; yalnızca birer iletişim becerisi değil, aynı zamanda insan olmanın özüyle doğrudan ilgilidir.
İnsanın anlaşılma arzusu, varoluşunun temelinde yatan en derin ihtiyaçlardan biridir. Bu ihtiyaç yalnızca duygusal bir talep değil, aynı zamanda sağlıklı ilişkilerin, toplumsal uyumun ve bireysel gelişimin de kaynağıdır.
Ben bu düşünceden yola çıkarak, kendi hayatım boyunca deneyimlediğim ve özümsediğim bir ilkeyi çocuklarıma da öğrettim.
Zaman zaman gençlere ve muhatabım olan insanlara da tavsiye etmişliğim olmuştur.
Ve bu ilke, şahsıma ait “Üç A Kuralı” olarak tarihimde yerini almıştır: “Anla, Anlat, Anlaş.”
Aslı zâtında bu kural, yalnızca bir iletişim modeli değil, aynı zamanda hayatla kurduğumuz tüm ilişkilerde bize pusula olacak bir yaşam felsefesidir.
Bu ilkeyi çocuklarıma bir rehber olarak sundum; zamanla onlar da bu düsturu içselleştirdi. Bugün geldiğimiz noktada, hem bireysel ilişkilerde hem de toplumsal hayatta karşılaştıkları zorluklara bu anlayışla yaklaştıklarını görmek, bu felsefenin gerçek anlamda bir dönüşüm aracı olduğunu bana yeniden ve yeniden gösteriyor.
Belki daha derinsel anlaşılması babında tek tek ele alalım…
İlk kural: Anla… Yani, dinleyerek anlamaya niyet etmek.
Her sağlıklı iletişim, anlamaya açık bir yürekle başlar. “Anlamak”; yalnızca söylenen kelimeleri duymakla sınırlı değildir.
Bu, kişinin karşısındaki bireyi içtenlikle dinlemesini, onun duygu dünyasını ve ihtiyaçlarını sezebilmesini gerektirir.
Bu noktada çocuklarıma, insanlarla ilişkilerinde önce dinlemeyi bilmeleri gerektiğini söyledim. Çünkü çoğu zaman insanlar anlaşılmadıkları için değil, dinlenmedikleri için kırılır.
Dinlemenin altında yatan gerçek değer, karşımızdakini olduğu gibi kabul etme iradesidir. Bu irade, önyargısız bir dikkatle anlamaya çalışmayı da beraberinde getirir.
Söz, anlayan kulakta yankı bulur; gönülden çıkmayan, gönle varamaz. Çünkü anlamak, gönlün görmesidir.
Kalpten gelenin, akılla harmanlanıp hikmetle aktarılması, anladığını ve kendini doğru ifade etmenin kapısı olan anlatmak ise ikinci kuralımızdır.
Anlamak kadar önemlidir…
Ancak anlatmak, yalnızca konuşmak değildir; açık, sade ve saygılı bir biçimde kendini ifade edebilmek, düşünceleri berraklaştırmak, duyguları söze dökebilmektir.
Çocuklarıma şunu söyledim: “Eğer iyi dinlerseniz, iyi anlarsınız. O takdirde, iyi anlarsanız, doğru anlatabilirsiniz.” Çünkü etkili anlatım, yalnızca insanın kendi iç sesini duyurması değil; muhatabının da o sesi duyarak anlamın kıyısına varabilmesini sağlayan bir araç, kelimelerden örülmüş bir geçittir.
Zira; anlamadan konuşmak, yelkeni olmayan bir gemiyle yol almaya benzer.
Anlatma süreci, insanın iç dünyasını karşısındakine açarken, aynı zamanda kendisini de yeniden tanımasıdır.
Ünlü düşünür Sokrates’in “Kendini tanı” öğüdü aslında bir çağrıdan ibarettir: Hem kendi iç sesini dinle, hem de karşındakinin ne dediğini, neden dediğini anlamaya çalış.
Hz. Mevlânâ da bu çağrıyı asırlar önce şöyle dile getirmiştir: “Söz söyleyenin sözü, söyleyenin anlayışı kadardır.” Demek ki anlamak da anlatmak da karşılıklı bir aynada şekillenir.
Kur’ân-ı Kerîm, Hucurât Suresi’nde geçen şu ayet, toplumlar için çok derin bir mesaj taşır:
“Ey insanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanıyasınız diye halklar ve kabileler hâline getirdik…” (Hucurât, 13).
Tanımak, anlamaktan başlar; anlamak ise insana verilen en büyük hikmettir.
Anlama ve anlatma süreci başarıyla tamamlandığında, üçüncü kuralımız “Anlaş”, ortak zemin üzerinde buluşmak demektir.
Ve insanlığın asıl adresidir ki, bu ortak zeminin sürecini tamamlar. Bu, fikir birliğiyle sınırlı değildir.
Anlaşmak, farklılıklara rağmen ortak bir anlayışta buluşabilmektir.
Bu minvalde çocuklarıma ayrıca, bir tartışmayı kazanmaktan çok, bir insanı kazanmaya odaklanmalarının bu yolla mümkün olabileceğini ifade ettim.
Çünkü gerçek başarı, anlaşabilmekte yatar.
İnsanlar anlaştığında, güven inşa edilir; güvenin olduğu yerde de uyum, iş birliği ve kalıcı ilişkiler gelişir.
Bu bakımdan “Üç A Kuralı”, yalnızca ailede çocuklara öğretilen bir değer değildir; aynı zamanda sağlıklı toplumların, adil yönetimlerin ve derinlikli bireylerin de ruhuna işlemesi gereken evrensel bir ilkedir.
Bugün toplumsal çatışmaların, aile bağlarındaki çözülmelerin ve bireysel yalnızlıkların kökeninde hep aynı sessiz gerçek yatar: Anlayamamak.
İşte bu üç adımlı hayat felsefesi, tam da bu boşluğun ortasında, iki yakayı bir araya getiren bir köprü gibi uzanır.
Anlayan, öfkesini yutar. Anlatan, yargılamadan konuşur. Anlaşan ise ortak iyide buluşur.
İşte bu yüzden, çocuklarıma öğrettiğim bu hayat düsturunun yalnızca onların değil, içinde yaşadıkları toplumun da iyiliğine hizmet ettiğine inanıyorum.
Çünkü insan, ancak anladığı kadar merhametli, anlattığı kadar berrak ve anlaştığı kadar bütünlük içinde olabilir.
Hâsılı; kişisel bir düsturdan, evrensel bir ilkeye dönüşmesini arzu ettiğim “Anla, Anlat, Anlaş” ilkesi, benim hayatım boyunca kendimde inşa etmeye çalıştığım bir yön pusulası olmuştur.
Bu felsefeyi çocuklarıma öğreterek yalnızca iyi birer birey değil, aynı zamanda topluma duyarlı, ilişkilerinde derinlikli, sorumluluk sahibi insanlar olmalarını hedefledim.
Bugün onların yaşama karşı duruşlarında, insanlarla ilişkilerinde ve kendi iç dünyalarında bu felsefenin yansımalarını görmek, benim için en büyük başarıdır.
Bir toplum ki içinde herkes yalnızca kendi sesini duymaya çalışıyor, orada yankılar bile sessizleşir.
Ama bir toplum ki orada insanlar birbirine kulak verir, anlamak için emek harcar; işte orada hayat kolaylaşır.
Birlikteliğin sırrı, benzerlikte değil; farklılıklara rağmen ortak bir zeminde buluşabilme erdeminde gizlidir.
Çünkü anlamak, bir lütuf değil; insan olmanın en temel sorumluluğudur.
Bu yüzden Üç A Kuralı, yalnızca bir aile değeri değil; aynı zamanda çağdaş toplumun inşasında kullanılabilecek evrensel bir anahtardır.
Konuşmak kolaydır; kelimeler, dilin ucundan dökülür gider.
Fakat anlatmak… Anlatmak sabır ister, irade ister; insanın özünü ortaya koyma cesareti ister.
Çünkü anlatmak, aklın sesidir.
Anlamak ise gönlün görmesidir; kalbin gözünü açabilmektir.
Ve nihayet, anlaşmak, insanlığın asıl adresi; dolayısıyla, bizi biz yapan ortak vadidir.
Çünkü karanlık, yalnızca gecelerden ibaret değil; çoğu zaman birbirimize bakarken bile göremediğimiz gözlerimizin içinde büyüyor.
İnsan, insanı gerçekten görmediğinde, anlayamadığında, araya görünmez duvarlar örülüyor.
Oysa iyi bir toplum, anlamayı kendine yol edinen, kelimeleri birer köprü gibi kuran, suskunluğu değil diyaloğu tercih eden bireylerle mümkün olabilir.
Merhum üstad Nuri Pakdil’in: “Anlamak fiilinden meşaleler yapılmalı; yeryüzünde birbirimizi görebilmek için.” dediği gibi, kelimeler köprü olmadıkça, yürekler meşale olmadıkça, karanlık büyümeye devam edecek.
O hâlde, konuşmakla yetinmeyelim; anlamak için çabalayalım, anlatmak için sabredelim ve anlaşmak için insanlığımızı hatırlayalım.
Hepimiz biliyoruz ki, “anlamak fiilinden meşaleler” yapılmadan, yolumuz hep karanlık kalacak.
Umuyorum ki bu üç basit ama güçlü eylem, kuşaktan kuşağa aktarılabilecek bir yaşam mirası olur.
Anlaşılabilir olmak ve anlaşılmak temennisiyle…