Türkiye Tenis Federasyonu takvime yeni bir turnuva ekledi: Cumhurbaşkanlığı Kupası.
Elbette saygı duyarız; her kupa değerlidir.
Ama insanın içi bir yerlerde sızlıyor…
Keşke adı Atatürk Kupası olsaydı.
Keşke Cumhuriyetimizin kurucusunu, bu ülkenin nefes aldığı özgürlüğün mimarını, sporla büyüyen her çocuğun ilham kaynağını böylesine güçlü bir turnuvayla ansaydık.
Bu ülke yıllardır Atatürk’ün vizyonuyla ayakta duruyor.
Ama federasyonlarımız – başta Türkiye Tenis Federasyonu – bazen en basit, en anlamlı adımı bile düşünmekte zorlanıyor.
Umuyorum ki ilerleyen aylarda biri çıkıp “Atatürk Kupası neden yok?” diye sorma cesaretini gösterir.
WTA ve ATP Tour’da sezon sonu şampiyonları belli oldu.
Jannik Sinner, bir kaya parçası gibi sağlamlığıyla;
Elena Rybakina, buz tutmuş bir çelik gibi disiplin ve güçle tahta oturdu.
Dünya artık başka bir seviyede tenis oynuyor.
Ama biz?
Hâlâ ilk 100’den bir tenisçiyi yenersek “tarih yazdık” diye yazıyoruz…
Hâlâ küçük başarılara büyük destanlar yükleyip kendimizi avutuyoruz.
Hâlâ “bir gün olur mu?” hayalinin etrafında dönüp duruyoruz.
Bu kafayla, bu vizyonla hangi sporcumuzu Sinner’ın tahtına,
hangi genç yeteneğimizi Rybakina’nın tahtına aday göstereceğiz?
Gerçeği söylemek gerekirse: Bu zihniyetle çok zor.
Her yerde para konuşuyor.
Her yerde “paket programlar”, “sponsor dosyaları”, “görüntü verisi”, “kamp ücretleri”…
Her yetenek, daha yürümeyi yeni öğrenmişken bile bir pazarlama ürününe dönüşüyor.
Peki gerçek antrenörlük?
Emek, sabır, karakter inşası, yoldaşlık, fedakârlık?
Onlar artık yok oluyor…
Carlos Rodriguez gibi bir antrenör kolay çıkmıyor.
Tenisi sadece antrenmanla değil, hayat felsefesiyle anlatan insanlar neredeyse tükeniyor.
Belçika’dan bir Justine Henin daha çıkmıyor.
Bir Kim Clijsters’ın hikâyesi artık başlayamıyor.
Çünkü ticaret duvarı onların geçtiği yolları betonla ördü.
Herkes Rafael Nadal’ı konuşurken,
onun arkasındaki dağ gibi adamı kim hatırlıyor?
Toni Nadal…
Bir dönemin en büyük antrenörlük hikâyesi.
Ama artık kimse konuşmuyor.
Sanki hiç var olmamış gibi.
Tenis ticarete döndükçe, Toni Nadal gibi insanlar sessizce siliniyor.
Unutuluyor.
Kayboluyor.
Bugün kortların etrafı ışıl ışıl.
Fakat ışığın ulaşmadığı bir yer var: Tenisin ruhu.
Bir çocuğun antrenörünün gözlerinin içine bakarak güven aradığı;
bir sakatlığın ardından yeniden doğuşun kıvılcımını taşıdığı;
bir yenilginin insanı büyüttüğü o yer…
Orası artık para duvarlarının arkasında kalıyor.
Tenis sadece bir spor değildi;
hayatın kendisiydi.
Şimdi ise yavaş yavaş bir işletmeye dönüşüyor.
Ve biz bu gidişi sadece seyrediyoruz.