20. yüzyılın ilk yarısındaki edebiyat dünyamızda zamansız ve genç ölümlerle sarsılmış hikâyelere sıkça rastlıyoruz. Kimi kısmetsizliğinden, kimi savaşlardan, kimi siyasi sebeplerden, kimi ise seçtiği yaşam tarzının getirdiği hastalıklardan yakasını kurtaramıyor, beklide daha ne işlere imza atacaklarken ayrılıveriyorlardı aramızdan. Aralarında en trajiklerinden biri Orhan Veli’nin ölümü. Sen git Ankara’da belediye çukuruna düş, beyin kanaması geçir, üstelik […]
20. yüzyılın ilk yarısındaki edebiyat dünyamızda zamansız ve genç ölümlerle sarsılmış hikâyelere sıkça rastlıyoruz. Kimi kısmetsizliğinden, kimi savaşlardan, kimi siyasi sebeplerden, kimi ise seçtiği yaşam tarzının getirdiği hastalıklardan yakasını kurtaramıyor, beklide daha ne işlere imza atacaklarken ayrılıveriyorlardı aramızdan. Aralarında en trajiklerinden biri Orhan Veli’nin ölümü. Sen git Ankara’da belediye çukuruna düş, beyin kanaması geçir, üstelik 2 gün boyunca bunu fark edeme! Olacak iş değil diyesi geliyor insanın.
Bahsettiğim dönemlerde yayıncılığın merkezi konumundaki İstanbul’ da birbiriyle sıklıkla kesişen hayatlar yaşıyordu usta sanatçılar. Fakat biri vardı ki aykırılığıyla hepsinden ayrışıyordu. Çokça eleştirilen bu aykırılık zamanla özgünlüğe dönüşüyor ve öykülerine yansıyordu bu adamın. 1906-1954 yıları arasında yarım ömür yaşayan Abasıyanık, sarı saman kağıtlara karaladığı hikayeleriyle çağdaş bir akımın öncüsü konumundaydı. Bir ada ziyaretinde tanıştıkları Mina Urgan, onun en azından 60 yaşını devirmeden ölmüş olmasını içerliyor ve edebiyat adına büyük kayıp olarak görüyordu. Sait Faik bu öncü konumunu çoğu zaman kendi bile bilemedi. Çok varlıklı bir ailenin ferdi olsa da onların bir adaya hapsedilmiş, görgü kurallarıyla örtülmüş yaşamlarından haz almıyordu. Ömrünün büyük bir kısmını Burgaz adasında geçirse bile aile yaşantısında, annesi Makbule Hanım’ ın bir türlü üzerinde hâkimiyet kuramadığı haşarı bir çocuk olmaktan öteye geçememişti. Fakat annesine kendini ispat etme çabası ise hayatının dramıydı belki de. Değersizlik hissiyle bürünmüş bir aklı taşıdı yıllarca.
Sosyal Stiller açısından irdelendiğinde tipik bir sarı karakterin izlerini taşıyordu. Rahat, giyim kuşamı özensiz, yazdığı hikâyelerini cebine koymayı unutup sıkça kaybeden, otoriteden kaçan, kendinden yaşça çok küçük kızlara kolayca âşık olan, içtiğinde durdurulamayan, ani tepkiler verip kolayca incitebilen, hayatında olmayan insanları analiz ederken büyük bir ustalık taşıyan sarı bir karakter. Yürürken yazdığı söylenir. Toplumcu yazmıyor olması onu çok eleştirilere maruz bırakmış, siyaseten korkak olduğu düşüncesiyle Babıali’ den veto yediği zamanlar yaşatmış.
Öyle bir yaşamı varmış ki özellikle Beyoğlu’ nun her karışında izi kalmış. Pastanelerinden kafelerine, meyhanelerinden pavyonlarına, sanat atölyelerinden sinemalarına hatta genel evlerde çalışan kadınlarına kadar her yanını bilirmiş. Bu sokakların insanlarını gözler, şehrin varoşlarına rahatlıkla karışır gördüğü insanlara biçtiği hikâyeleri yazarmış. Onu bazen bir kayıkçı sandalında, bazen bir ada vapurunda, bazen bir kıraathanede, adanın tepesindeki bir kaya parçasının üzerinde yazarken görmek mümkünmüş. Bir masa başında ise asla!
Onun hayatında en üzüldüğüm konu varlığını dahi öğrenemediği kızıyla aynı zamanlarda hastalıkla boğuşmuş olmaları ve bu dünyada kavuşamamış olmaları… Kendinden oldukça küçük Aleksandra, Eleni ve Vedat ile yaşadığı aşklar. Bunlardan en önemlisi ise Eleni ile olanı.
Eğitimlerimde katılımcılarıma sıkça sorduğum bir soru var. “Farkın ne?” Bunu hepimizin farklı olduğunu bilerek soruyorum. Bazen farklılıkların yoğun eleştiriye maruz bıraktığı hayatlar, zaman arayı kapattığında eşsiz bir lezzete dönüşebiliyor. İşte Sait Faik onlardan biri. Ailesinin açtığı yoldan gitseydi böyle bir hikâyeciyle rastlaşamayacaktık. Onu da usta yapan en önemli unsur sağ yaşamında bir türlü insanlara kabul ettiremediği farklı yaşam tarzı. Bazı insanlar hayattan düşmek üzereyken ne denli değerli olduklarını ispat ederler. Ve öldükten sonra… İşte onlardan biri Abasıyanık. Son günlerde onun hayatını derleyerek romanlaştırarak güzel bir esere imza atan Özlem Esmergül’ ün dediği gibi: Yalnız hatta yapayalnız bir adam…