Hiçbir kız çocuğu “bir gün güçlü olacağım” iddiasıyla gelmez dünyaya.
Bu güç, doğuştan verilen bir armağan değil; acının, kaybın ve direnişin yoğurduğu bir mirastır.
Bugün etrafımıza baktığımızda, kadınların gücünü bireysel hikâyelerde olduğu kadar, toplumsal dönüşümlerde de görmek mümkündür.
Bu topraklarda kadınlar yalnızca enkaz altında kalmadı; her alanda direnerek var oldular.
Spor sahasında ise “Filenin Sultanları” bambaşka bir hikâye yazdı. Ebrar Karakurt’tan, Zehra Güneş’in inatçı mücadelesi, takımın ortak ruhu… Hepsi alın terinin, azmin ve pes etmeyen iradenin sembolüne dönüştü. Attıkları her sayı, sadece bir skor olmadı; “kadın başaramaz” diyen önyargılara indirilen güçlü bir darbe niteliği taşıdı.
Sanat cephesinde ise kadınların kalemi, sesi ve üretimi topluma ayna tutmaya devam etti.
Türk edebiyatının en önemli kadın şairlerinden biri olan Gülten Akın ise, modern Türk şiirinde özellikle toplumcu duyarlılığı ve kadın bakış açısını güçlü biçimde yansıtan eserleriyle, kadınların acısını, suskunluğunu ve direncini dile taşıdı. Onların üretimi, bireysel bir ifade olmaktan çıkıp kolektif hafızamızın temel taşlarına dönüştü.
Bugün de kadın kalemi, geçmişin yankısını bugüne taşıyor. Meselâ şair Didem Madak, dizelerinde “mor bir yalnızlık”la konuşurken aslında binlerce kadının iç sesi oluyor; romanlarında toplumsal belleğin kırık dökük aynalarını bir araya getireren Ayfer Tunç ise kadınların görünmeyen yüklerini anlatıyor. Onların sözcükleri, birer sığınak gibi hem bugünün tanığı hem de yarının umudu hâline geliyor.
Fakat kadınların hikâyesi yalnızca başarılarla yazılmadı.
Bu ülkenin kadınları aynı zamanda acının ağır yükünü omuzladı. Özgecan Aslan, yarım bırakılmış hayallerin adı olurken, Emine Bulut, kızının gözleri önünde hayattan koparıldı. Bu isimler, toplumun vicdanına kazınmış kara lekeler olarak belleğimizde yer etti. Her kayıp, bize bir kez daha gösterdi ki, kadın olmak hâlâ yaşam ile ölüm arasında incecik bir çizgide yürümek anlamına geliyor.
direnişiyle bir milletin yeniden doğuşunun sembolü hâline gelen Nene Hatun’a rastlarız.
Kışın ortasında cephane yüklü kağnısıyla yollara düşen Şerife Bacıa’yı unutmak mümkün değil. Bedenini kar örttü, donarak can verdi ama cephaneyi yerine ulaştırdı. Fedakârlığı ise bu milletin hafızasında sonsuz bir iz bıraktı.
Halide Onbaşı, cephede kimi zaman silahıyla, kimi zaman taşıdığı suyla, kimi zaman da sarıp sarmaladığı yaralılarla geçirdiği anlar tarihin kucağında ilelebet kalacak bir destan oldu.. Böylece Türk kadınının yalnız evde değil, savaş meydanında da dimdik durabileceğini bütün dünyaya gösterdi.
Bugün bizler, onların bıraktığı mirası taşırken aslında şunu biliyoruz: Bu topraklarda her kadın, ister bir anne, ister bir asker, ister bir sanatçı olsun; yüreğinde aynı cesaretin, aynı direnişin kıvılcımını barındırır.
Ve kadınlar susmadı. Meydanlarda yan yana durdular, dijital platformlarda seslerini yükseltip “yalnız değiliz” dediler. Dayanışma ağlarıyla birbirlerini korudular. Her bir örgütlenme, yeni bir çağın müjdecisi oldu. Çünkü kadınların yan yana gelişi, bir toplumsal dönüşümün en güçlü işaretidir.
Her örnek, aslında aynı hakikati gösteriyor: Kadınlar yalnız kendi kaderleri için değil; susturulmuş binlercesi adına da direniyor ve bir araya geldiklerinde yankı buluyor. Ve o yankı, toplumun çehresini değiştiriyor.
Bütün bu hikâyeler bize şunu hatırlatıyor: Kadınların mücadelesi yalnızca geçmişte kalmış bir hatıra ya da bugünün gündeminde yer alan bir başlık değildir. O mücadele, her gün yeniden doğan, her sabah yeni bir umutla başlayan, hayatın tam kalbinde devam eden bir yolculuktur.
Kadınların yolculuğunu anlamak için manevi kaynağımız Kur’an-ı Kerîm’e batığımızda; “Erkek olsun kadın olsun, kim mümin olarak salih amel işlerse, işte onlar cennete gireceklerdir.” (Nisâ, 124) ayetinde, kadın ve erkeğin değer bakımından eşit olduğunu açıkça ifade ettiğini görüyoruz.
Kadınların gücü, dini metinlerde olduğu gibi; insanlık tarihinin büyük düşünürleri de dile getirmiştir.
Bazı kadınlar, hayatın yükü karşısında susmak zorunda bırakılır. Kimi evin kapalı kapıları ardında, kimi toplumun baskısı altında, kimi ise “el âlem ne der” korkusuyla… Ama aynı hayatta, zincirleri kıranlar da vardır: Şiddeti ifşa eden, haksızlığa karşı haykıran, kendi ışığıyla parlayan kadınlar.
Ve en nihayet sevgili dostlar; kadınların hikâyeleri, kırılgan çocukluktan çelik gibi bir iradeye uzanan uzun bir yolculuktur. Her gözyaşı sabrı, her kayıp cesareti, her yıkım yeniden ayağa kalkmayı öğretir. Güçlü kadın olmak, doğuştan gelen bir ayrıcalıktan öte; defalarca yıkılıp yeniden doğmanın adıdır.
Ezcümle; dimdik duran her kadın, kendi hikayesiyle birlikte; susturulmuş, bastırılmış, görünmez kılınmış binlercesinin hayalini de taşır. Ve onların varlığı, sessiz kalmaya zorlananlara fısıldayan bir umut olur: işte tam bu noktada, kadının kimliğinin toplumsal koşullarda biçimlendiğini vurgulayan ve beni en çok etkileyen ise Simone de Beauvoir’in “Kadın doğulmaz, kadın olunur.” sözüdür.
Ve belki de en önemlisi, güçlü kadın olmak büyük laflarla tanımlanacak bir ayrıcalık değil; kimi zaman sessizce katlanmak, kimi zaman yüksek sesle haykırmak, kimi zaman da sadece varlığıyla direnmek demektir.
Nitekim kadınların hikâyesi bitmedi, bitmeyecek. Çünkü her yeni gün, başka bir kadının ayağa kalkıp hayata yeniden tutunmasıyla başlıyor. Ve biz biliyoruz ki, ayağa kalkan her kadın, bu toprakların yarınını da beraberinde doğuruyor.