Türkiye’deki en üst seviye futbol ligi olarak adlandırılan Süper Lig 2018-2019 sezonu yine olanca coşkusuyla açıldı. Ancak Türkiye içinde olanca coşkusu ile diyelim. Çünkü Türkiye dışında gerek Avrupa da gerekse dünyanın geri kalanında o kadar popüler bir lig olduğumuz söylenemez. Ama bizden birine sorsak futbol ülkesiyiz. Madem futbol ülkesiyiz de neden bizden başka takımlarımızı ve […]
Türkiye’deki en üst seviye futbol ligi olarak adlandırılan Süper Lig 2018-2019 sezonu yine olanca coşkusuyla açıldı.
Ancak Türkiye içinde olanca coşkusu ile diyelim. Çünkü Türkiye dışında gerek Avrupa da gerekse dünyanın geri kalanında o kadar popüler bir lig olduğumuz söylenemez. Ama bizden birine sorsak futbol ülkesiyiz.
Madem futbol ülkesiyiz de neden bizden başka takımlarımızı ve ligimizi takip eden, yayınlayan veya gazetelere haber eden yayın kuruluşları elle tutulamayacak kadar az?
Nedenleri belli aslında. Gerek kulüpler bazında gerekse ulusal bazda Avrupa ve dünyada başarımızın azımsanmayacak olması..
Peki neden kulüplerimizin Süper Lig dışında başarılara bu kadar uzak. Eğer bu soruyu cevaplamaya kalksak cevaplarına sayfalar yetmez ama ben kendimce biraz özetleyeyim.
Basın ve Medyanın her sene soluksuz şekilde Ligimizi ve kulüplerimizi şişirmesi;
Her sezon öncesi dünyanın tanıdığı kramponların transfer spekülasyonları iştahımızı kabartırken, bunlar yerine transferleri gerçekleşen futbolcular sadece açlığımızı bastırmakla kalıyor. Ama yine de medya tarafından gerçekleşen her transfer ile takımlarımız uzay seviyesine biraz daha yaklaşıyormuş gibi yansıtılıyor. Bir iki maç iyi oynayan topçunun egoları hemen medya tarafında şişiriliyor ve en kral o oluyor. Birkaç maç iyi sonuçlar alan kulüplerimiz bileği bükülmez şampiyonmuş gibi yansıtılıyor. E bizde taraftarız ve hemen büyük bir coşkuyla bağrımıza basıyoruz.
Medyanın bu kadar abartmasına gerek yok aslında, biz kendi kendimize zaten yere göğe sığdıramayacak çok kadar seviyoruz bizim olanı.
Belki de dünyanın en iyi taraftar oluşumlarına sahip takımlarımız mevcut ülkemizde. Tuttuğu takım uğruna iç saha veya deplasman demenden her maçı tribünden izleyen, bütün maaşını maç biletine endeksleyen taraftarlar mevcut belki de. Gereken her ortamda takımının hakkını kulüpten çok savunan, takımını öne çıkarmaya çalışan bir oluşum. Hatta arkadaşlıklarını bile tuttuğu takıma göre belirleyen bireyler de mevcut diyebiliriz. Bu kadar tutku ile bağlılığın beklentiler karşılanmadığında isyan ve öfkeye dönüşmesi de kaçınılmaz oluyor. Taraftar kendinden verirken karşılıksız vermiyor haliyle. Sanki takımın sahibi ve teknik heyeti bizmişiz gibi haller almaya başlıyor bir anda. Daha sezonun ilk maçında iki top ıskalayan, yanlış pas atan kısaca kötü bir performansla başlayan futbolcu anında ıslıklanmaya başlıyor veya yuhalanıyor tribünlerce. Hele bir de kulüp olarak sezonu beklenenin altında kapatırsa kıyamet kopuyor.
Seyirci sabırsız olunca kulüp yönetimi de her sene kurtuluş olarak değişime bel bağlıyor. Ya sezon ortasında bir can simidi bulunuyor ya da sezon biter bitmek takım komple değişiyor.
Standartlaşan oyun yapımız da başarımızı etkileyen en büyük faktörler başında geliyor. Milli takım başta olmak üzere neredeyse bütün kulüplerimiz aynı oyun tarzında sahaya dağılıyor. Öncelik top rakipteyken olabildiğince alan kapatmak, topu kapmak için her türlü çabayı harcamak ve gol yememek. Top kapılırsa eğer skora göre gerideysek Allah ne verdiyse hücum etmek en büyük atak organizasyonumuz. Skor eşitse olay belli mümkün olan en garanti pasları yapıp topu bizde tutmak. Ya gol atmak, skora gitmek diye sormayın. Nasip. Rakip illa hata yapar, bir yerde kırılır. İşte o zaman kısmetse atarız bir – iki tane. Hücum organizasyonlara gerekli önem verilmeden sadece rakibe top oynatmamaya yönelik bir anlayışın başarılı olması 40 yılda bir olur.
Mesela Yunanistan’ın 2004 Avrupa şampiyonu olması gibi. Tamamen defansif bir mantıkla katıldıkları gruplarında kaza bela üst tura kalmaya hak kazanmışlardı. Finallerde de aynı mantıkla oynamış ve 1-0 skorlar alarak şampiyon olmuşlardı. Yunanistan’a belki kazandıkları başarının arkasına bakıldığında hak verilebilir.
Kendi futbollarını, kapasitelerini biliyorlar ve tekniklerinin ne kadar az olduğunun farkında olarak katılmışlardı turnuvaya. Onlar için de sürpriz idi şampiyonluk. Şimdi aradan 14 sene geçmiş biz hala hangi turnuvaya katılırsak katılalım hedef şampiyonluk diyoruz. Böyle olunca da başarı hayalden öteye geçmiyor.
Başarısızlığımızın bir diğer ayağı da sezon öncesi hazırlıklar diyelim. Her sene kulüplerimiz bizlere göre on numara hazırlık kampı planlıyor ve uyguluyor. Peki neden başarılı olamıyor kulüpler. Belirsiz. Belki sürekli değişen teknik ekipler, yönetimler.
Belki yeni gelen oyuncuların kampa yetişmemesi. Transferler neye göre yapılıyor belirsiz? Kulüp oyuncu transferlerini teknik heyete danışmadan yapabiliyor veya da teknik ekibin istediği oyuncuların nedense transferinin gerçekleşmesi hep bu kamp dönemlerinden sonrayı buluyor.
Zaten en sevdiğim konu bu transferler. Bir futbolcu transfer etmek istiyorsunuz mesela. Önce kulübü ile başlıyorsunuz pazarlıklara, artık kaç zaman sürerse. Herkes bizim gibi değil tabii belli bir maddi kazanç elde etmek için yönetiyor kulüpleri.
Hadi uzun pazarlıklar sonucu kulüple anlaşılıyor diyelim, bu seferde futbolcuyu Türkiye’ye gelmeye ikna çabaları. Bilmem ne kadar ıvır zıvırdan sonra futbolcu geliyor hemen kadroda yer istiyor. Bitek topçu değil, bunun menajeri de yönetimde bunu istiyor. O kadar para harcadık yedekte kalması için mi diyor? Daha kimyası geçtim takımı ülkeye adapte olamamış topçuyu hop alıyoruz ilk 11’e.
Sonuç… ISLIK…
Kısacası taraftarların ve kulüplerin bu sabırsız tavırları ile yöneticilerin günü kurtarma politikası bu şekilde devam ettiği sürece, uluslararası düzeyde başarısızlıklarımız her sezon başarılarımızın önüne geçecektir.