Gelmeyen kış dedik durduk ve gökyüzüne sinsi bir karanlık çöktü. Kış gelmedi ancak depresyonu çoktan geldi ve birçok bünyeyi de aynı karanlığa esir aldı. “Kış Depresyonu” diyorlar literatürde. Soğuyan havalarla birlikte dışarıda geçirdiğimiz sürelerin azalması, aktivite sayılarındaki belirgin düşüşler, kapalı alanlarda zaman geçirmeye yönelimler, havanın erken kararması, gündüz saatlerinde aydınlık denilemeyecek bir gökyüzü, kara-gri bulutlar… […]
Gelmeyen kış dedik durduk ve gökyüzüne sinsi bir karanlık çöktü. Kış gelmedi ancak depresyonu çoktan geldi ve birçok bünyeyi de aynı karanlığa esir aldı. “Kış Depresyonu” diyorlar literatürde.
Soğuyan havalarla birlikte dışarıda geçirdiğimiz sürelerin azalması, aktivite sayılarındaki belirgin düşüşler, kapalı alanlarda zaman geçirmeye yönelimler, havanın erken kararması, gündüz saatlerinde aydınlık denilemeyecek bir gökyüzü, kara-gri bulutlar… Tüm bunlar eşittir serotonin ve melatolinin az salgılanması, daha özet bir tabirle mutsuzluk hissi…
Bu mutsuzluk hali başka sorunlarla birleştiğinde depresyona kadar gidebiliyor.
İşin ilmi kısmını uzmanlarına bırakıyorum. Aslında bu havalar mutsuz olmaya doğal bir bahane. Çoğu zaman farkında bile olmadan bu ruh haline kaptırıveriyoruz kendimizi. Oysa her anın ayrı bir güzelliği var. Maharet ise tüm olumsuzluklara rağmen bunu görebilmek.
Ölüm döşeğindeydi çocuk. Yüzünü acı bir ifadeyle kara bulutlarla örülü cama çevirdi. Bulutlarla camın arasına giren damlalar kavgaya tutuşmuştu. Her damlanın camı dövmesiyle aşağı süzülmesi bir oluyordu. Tıpkı cama yansıyan gözlerin altından sızanlar gibi. Derin bir nefes aldı çocuk. Çok derin bir nefes… Fısıldadı elini tutan yaslı annesine. “Üzülme, hayat çok güzel… Şimdi orada binlerce kuş damlalara, binlerce balık dalgalara yenilmemek için çırpınıyor. Ben de öyle… Hayat buna değecek kadar güzel anne…”
Can Yücel’in bir lafı düşer böyle günlerde aklıma: “Ve aslında hayat dediğin, yaşayabildiğin kadar güzeldir.”
Bir insanı diğerinden farklı tapan şey mutluluk alanlarının fazla olması. Mutluluk adına konfor alanları yaratıyoruz. Hayatın anahtarı bu kelimeden ibaret. Her yaptığımızı bir duyguyu tatmin etmek adına eyleme dönüştürüyoruz. İntikam alırken bile! Amaç tek… Ne için yaşıyorsun sorusunun cevabı da öyle. Bence mutlu olmak için… Bir düşünsene şimdi dışarı çıktın ve kendine iyi bir yemek ısmarladın. Neden? Ettiysen eğer, neden evlenme teklif ettiğini hatırlasana. Neden onca sene okudun/okuttular? Neden sabahtan akşama kadar tabiri caizse eşek gibi çalışıyorsun? Bazı insanlar eşit değil derken neyi kastediyorsun? Tatilleri, gezileri neden sabırsızlıkla bekliyorsun? Bir bebeğin kokusunu içine çekerken amacın ne? Neden son model bir arabaya biniyor ya da neden son model arabayı nostaljik bir külüstüre tercih ediyorsun? İntihar etmiyorsan ve düşmemişsen neden denize giriyorsun. Ödeyemediğin bir borç için neden çare diliyorsun? Sokağa düştüysen yaşamaktan neden vazgeçmiyorsun?
Mutsuzluğa son vermek için illa bedenine ihanet etmen gerekmiyor. Tabi bazı insanlar var ki onları ayrı bir yere koyuyorum. Başkalarının mutluluğu namına mutsuz edilen insanlar. Yani kaybolanlar…
Bir parça çikolata, en sevdiğinle kısa bir telefon görüşmesi, öğle arasına sıkıştırılmış çok sevilen bir şarkı, belki yatmadan önce birkaç sayfa kitap ya da mizah dergisi, uzun zamandır yapmaya üşendiğin o yemeği yapmak, yağmurda kısa bir yürüyüş, soğuk rüzgarın içinde sıcacık bir çay…
Yağmurda şemsiye satmak çok kolay… Bu havalar depresyon havaları falan değil. Bildiğin mazeret havaları… Kalk ve camı aç eğer özgürsen. Hiçbir şey olmazsa belki ayılırsın…