Evinizde otururken elektriklerin gittiğini hayal edin. Muhtemelen hemen söyleniriz; çünkü bu sık sık yaşadığımız bir şey. Peki, ya bu kesinti tüm ülkede yaşanıyorsa ve geri gelecek gibi değilse? Cep telefonlarımız şarj olmaz, buzdolabındaki yemekler gider, iletişime dair ne varsa kaybederiz ve yavaş yavaş sıkıntı basar. İşte uzun zamandır erteleyip, nihayet izleyebildiğim İnto The Forest tam […]
Evinizde otururken elektriklerin gittiğini hayal edin. Muhtemelen hemen söyleniriz; çünkü bu sık sık yaşadığımız bir şey. Peki, ya bu kesinti tüm ülkede yaşanıyorsa ve geri gelecek gibi değilse? Cep telefonlarımız şarj olmaz, buzdolabındaki yemekler gider, iletişime dair ne varsa kaybederiz ve yavaş yavaş sıkıntı basar.
İşte uzun zamandır erteleyip, nihayet izleyebildiğim İnto The Forest tam da bu konuyu ele alıyor. Başrollerini, Juno’dan hatırlayacağınız Ellen Page ile Westworld’ün Dolores’i Evan Rachel Wood paylaşıyor. İki kardeşin elektriksiz ve medeniyetsiz yaşama karşı verdiği mücadeleyi izlerken, gerçekler bir tokat gibi yüzümüze vuruluyor. Aslında teknolojiye nasıl bağımlı olduğumuzu hatırlatıyor bize. Hatta o kadar bağımlı olmuşuz ki, teknoloji gidince dünyanın sonu gelecek sanıyoruz. Halbuki tarihte biraz geri gidersek, yakın bir tarihe kadar elektriğin ve diğer büyük teknolojilerin olmadığını, insanların doğa ile iç içe yaşadığını görebilirsiniz. İşte bu film de bu konuyu çok güzel bir şekilde ele almış. Ben bu tarz filmleri seviyorum.
Abartılı Hollywood aksiyonundan ziyade, gerçeklik payı yüksek olan filmler bence daha etkileyici. Kimine göre film biraz ağır gelebilir veya başrollerinde kızların olması bazı izleyicileri filmden vazgeçirebilir ama bence filmde anlatılana odaklanırsanız, sizin de hoşunuza gidecektir. Bu tarz filmleri seviyorum demiştim. Doğa ile başbaşa kalıp, ona ayak uydurmak zorunda kalanları bir hatırlayalım. Tom Hanks Cast Away filminde ateşi bulmaya çalışırken, eminim hepimiz aynı derecede gerilmiştik. İlk başta yakalayamadığı balığı, sonrasında nasıl ustaca yakaladığını hatırlıyor musunuz? Gerçi, onun bir şansı vardı, uçaktan düşen paketler! O paketlerdeki aletleri değerlendirebildi.
Daha da geriye gidecek olursak, en sevdiğim filmlerden biri olan ve bize hayatı öğreten Mavi Göl’ü unutmamak lazım! Insanlardan ve medeniyetten uzakta, bir adada hayatı öğrenen iki çocuğun büyümesine tanıklık ediyorduk. Başrolde Brooke Shields ve Christopher Atkins vardı. Maalesef bu filmi yanlış anlayıp, açık bir film diye izlemeyenler var. Aslında alakası yok. Tamamen masumiyeti ve hayatı anlatan bir filmdir.
Zombi filmlerinde aslında dünyayı insanların çirkinleştirdiğini görürüz, çünkü insanların evleri ve binaları iğrenç ve harabe bir durumdayken, boş olan her yeri doğa ele geçirmiştir ve her yer yemyeşildir. Bu oyunlarda da böyledir. The Last Of Us oyununda en çok bu detaylara ve görüntülere vurulmuştum.
Aslında biraz izcilik bilginiz bile varsa, hayatta kalabileceğinizi bilirsiniz. Sonuçta hiçbirimiz annemizin karnından akıllı telefonlarla doğmadık. Doğaya düşman olmak yerine, teknolojiye ve betona kendimizi teslim etmeyelim yeter! Zaten medeniyet elektrik ve teknoloji demek midir?
Bu hafta itibariyle, daha önce de belirtmiş olduğum gibi, güzel filmler geliyor. 15 Eylül’de heyecanla beklediğim Steven King’in yeniden çekilen O filmi korkuseverlerle buluşuyor!
Yavaş yavaş yeniden ısınan sinema piyasası ile ilgili yeniden devam edeceğim.
Herkesi iyi seyirler!