Seni affediyorum kendim!

Odasından çıkıp mutfağa geçti. Belli ki ödevlerin hakkını vermişti. Seslerden anladığım kadarıyla susamış ve bardak almak için mutfak dolabına yetişmeye çalışıyordu. Evet aldı, fakat anında şangır- şungur kırıldı. Kırıkları toplayıp tekrarladı. O da ne ? Bir tane daha. Telâşlanarak onu da topladı. Bir müddet bekledi ve yineledi. Hooop! Olmaz ama, olur mu? Ama oldu işte. […]

Yayınlama: 01.02.2022
A+
A-

Odasından çıkıp mutfağa geçti. Belli ki ödevlerin hakkını vermişti. Seslerden anladığım kadarıyla susamış ve bardak almak için mutfak dolabına yetişmeye çalışıyordu. Evet aldı, fakat anında şangır- şungur kırıldı. Kırıkları toplayıp tekrarladı. O da ne ? Bir tane daha. Telâşlanarak onu da topladı. Bir müddet bekledi ve yineledi. Hooop! Olmaz ama, olur mu? Ama oldu işte. Üçüncü bardak ta gitti. Birbirini sıralayan bu gürültünün ardından ortalık iyice sessizleşti sonra.

Bu arada ben salonda her zaman ki köşemde Jose Mauro de Vasconcelos’ un “Portakal Şekeri ” adlı romanın neredeyse finalindeyim. Salona gelirken sorunun ne olduğunu biliyordum aslında.

Oturduğum koltuktan kımıldamadan tepkisiz bir şekilde bir taraftan romanın kahramanı Zeze’ nin hayatla savaşında ve yaşama tutunma mücadelesinde kaybolmuşken diğer taraftan onu dinlemeye de hazırdım. Biraz bekledi, gelişi gayet sessizdi ve oldukça mahcup bir edâ hissediyordum.

Nihayet, “anneciğim” dedi. Başımı hiç kaldırmadan “efendim kuzum” dedim.

-Ben bardak kırdım !

-Duydum.

Titrek ve ezik bir ses tonuyla …

-Üç tane!

-Biliyorum, dedim.

İnceldikçe incelen bir vızıldamayla,

-Ama senin sevdiğin o bardaklar var ya, hani büyük olanlar… İşte onlardan, özür dilerim anneciğim, dedi ve iç çekerek ağlamaya başladı.

Şaka gibi, peş peşe kırılan üç bardak. Bu suçluluk hissinin sebebini kendisi de biliyordu. Evet sadece bardaktı fakat anne için değerliydi, kıymeti vardı; öyle ki anneannenin hatırası kokan, arabanın bagajında emniyetle gelip 1500 km’ den sonra özenle evdeki yerini alan üç bardak. Öyle masumdu ki, öyle savunmasız ve öylesine utanmış…

Bir an ben de afalladım. Etkilenmiştim de aslında. Fakat çok mu tepkisiz kalmıştım. Ciddiyetsizlik mi idi bu kadarı ya da umursamazlık mı. Olmalı mıydı, olamaz mıydı? Nasıl yaklaşmalıydım olaya? Teskin mi etmeliydim, tenkit mi? Med-cezirler yaşarken anlık bir kayboluş hissettim kendi içimde. Ruhum ötelere gidiverdi âdeta. Aklım Zeze’de kalmıştı. Onun çıkmaz sokakları, bitmeyen yaramazlıkları…

Silkelenip toparladım kendimi. Tamamlayamadığım paragrafa bir işaret koyup kitabı bıraktım sehpanın üstüne. Yine sakin bir tavır ile yanıma çağırdım, dağılmış ve stresten ter içinde ıslanmış saçlarını okşayarak düzlerken, göğsüme yasladığım başına bir bûse kondurdum.

– Evet, dedim. Sevdiğim bardaklardı. Gider daha güzelini, daha büyüğünü alırız. Bu yerine gelmeyecek bir kayıp değil. Sadece dikkat etmeliydin. 

Bir tane kırdın kaza. Yanlış bir hamle ve bir ihmalin neticesinde   gerçekleşen dikkatsizlik zincirinin son halkası. Önceden alman gereken önlemlerle bundan kaçınılabilir ve bu kazadan korunabilirdin.

İkincisi kırıldı bu da hata idi. Bir önceki ânı tekrar hatırlayıp oluş sebebini analiz etmen gerekirdi. Nerede yanlış yapmış olabilirdin? Düşünüp bu soruya cevap bulabilseydin eğer eksikliğini giderebilme şansın olabilirdi.

Ama üçüncü artık kusur olur. Ve sen bununla yüzleşmelisin. Kendini masaya yatırıp üç aşamalı bu olayın her tekrarını gözden geçirmelisin. Eğer yapman gereken doğruları bulamazsan kusur sende meleke hâline gelir. Sonrasında bu dikkatsizlik ve âni hamleler hayatın boyunca kazanımlarının önüne set çeker.

Şu yaşadığın hâdise her insanın başına gelebilecek bir şey. Senin gibi niceleri vardır eminim. Belki de dünyanın bir yerlerinde yüzlerce çocuk şu anda seninle birlikte küçük ya da büyük hiç fark etmez, bir şeylerin varlığına son vermiş olabilir. Elbette kimse mükemmel değildir. Hem mükemmel olmak zorunda da değiliz. Sadece sorumlu davranarak ve her fiilimizde ciddiyet gösterip kendi kusurlarımızı bulup bunları düzeltmeye çalışmakla mükellefiz. Bu bizi en küçük şeylerde dahi başarıya ulaştıracaktır.

Bütün bu cümleleri sıralarken ben, o huzur ve güven içinde çoktan uyumuştu bile kucağımda. Sehpanın üzerine bıraktığım kitaba ilişti gözlerim sonra. Ne hayatlar vardı öyle. Ah Zeze…

Evet kimse kusursuz değildir ve hiç kimse de mükemmel değil. Muammâ yaradılmış varlıklar olarak, önce bu kapıyı açmalıyız kendimize. “Kusursuz dost arayan, dostsuz kalır” düsturunca önce kendimize dost olmalıyız. Hatalarımızın kaynağını bulup önce kendi kusurlarımızı tanımalıyız, onarmalıyız. Kendi içimize dönüp “seni affediyorum” diyebilme olgunluğunu gösterebilmeliyiz ki bu lezzeti önce kendi ruhumuza tattırmalıyız.

Çünkü insan her ne ederse önce kendinden başlar. Değer bilmeden, değer vermeden, değerli olabilmek ne mümkün.

Sevmeli, her yönüyle yaşamalıyız bu hayatı. Acısını da sevincini de iliklerimize kadar hissetmeliyiz. Hayatı, yaşamı, bugünü ve  yarını; umut etmeli ve bugünü yarından farklı kılacak işler yapmalıyız. Bir amaç olmalı bu hayatta, uğrunda yaşama hevesi uyandıran bir amaç. Ve insanlara faydamız dokunmalı. Kaç hayat var ki önümüzde? Kaç yaşam ihtimalimiz var? Başkasının yüzünü güldürebiliyorsak, kusur örtüyorsak, başkasına ilhâm olabiliyorsak ve bir cümle ile gönüllere dokunabiliyorsak budur işte yaşamak.

Kabullenmenin ve affedebilmenin, insan olabilmenin, hayatla ve hayata dair ne varsa barışık yaşamayı nitelediği gibi gerçek ve net bir iç huzuru olduğunun tespiti de ancak bu cihetle sağlanabilir. Pozitif düşüncenin, hoşgörünün, merhametin yaşam sürecinde ne denli etkili sonuçlar doğuracağının farkı bu yol ile anlaşılır vesselâm.

İlk benden gelsin o halde.

Seni seviyorum kendim ve seni affediyorum.

Af ve magfiret duâsıyla…

 

Bir Yorum Yazın

Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

Henüz yorum yapılmamış.