Takriben 10 yıl kadar önceydi. İlkbahar kendini iyiden iyiye hissettirmeye başlamıştı. Ağaçlar gövdesinde tomurcuklanacak yaprak, insanlar bahçesinde işlenebilecek toprak derdine düşmüştü. Biz beton yığını binalar arasına sıkışa duralım doğa; arkasında yaşlı bir gölge gibi soğukları ve yağmurları bırakıp bereketli günlere doğru hızla yeniliyordu kendini. 1 Nisan şakalarının bile insanları güldürmediği, asık suratlı insan kalabalığı İETT […]
Takriben 10 yıl kadar önceydi. İlkbahar kendini iyiden iyiye hissettirmeye başlamıştı. Ağaçlar gövdesinde tomurcuklanacak yaprak, insanlar bahçesinde işlenebilecek toprak derdine düşmüştü. Biz beton yığını binalar arasına sıkışa duralım doğa; arkasında yaşlı bir gölge gibi soğukları ve yağmurları bırakıp bereketli günlere doğru hızla yeniliyordu kendini.
1 Nisan şakalarının bile insanları güldürmediği, asık suratlı insan kalabalığı İETT otobüslerinin birinde, sabah mamurluğunu üzerimden atıp Yusufpaşa durağına geldiğimizde önümdeki kalabalıktan bir boşluk bulup tutunma kollarında imdat düğmesi gibi duran kırmızı butona bastım. Otobüs finale yetişmek isteyen koşu atı gibi durağa gelemeden yavaşlayıp attı aşağıya beni ve bir kaç yolcuyu. Mazot ve egzoz kokuları arasında gözden kayboldu.
Bugün de az hasarlı ama sağ salim işe gelmiş olmanın mutluluğuyla, uykulu gözlerimi ovuştura ovuştura Yenikapı’daki büfenin önüne kadar geldim. Rutin düzeltme ve teşhirleri yaptıktan sonra saat sekiz gibi kahvaltı zamanımdı. Poğaça ve çayım geldi. Bir ısırık aldım gözüm az ilerdeki küçük bir ağacın gölgesine sığınmış dört Afgan mülteciye takıldı. Kıyafetlerinden, yüzlerindeki acılı kader çizgilerinden nereli oldukları hemen belli oluyordu. Tabi uzun yıllar burada, yani dünyanın mülteci merkezinde çalışıyor olmak da bu anlamda yol göstericiydi. Kuşları sesinden, balıkları renginden, insanları hüznünden, geceleri lambaları sönmeyen evleri yalnızlığından tanırdım.
Çay bardağım elimde, ısırdığım poğaça boğazımda kaldı. Denize kıyısı olmayan bir şehre, kanatları kırık bir yelkenliyle gitmeye çalışmak gibi zor bir işe kalkışmışlardı. Öyle zor, öyle fırtınalı, öyle yorucu bir yolculuktu ki bu ömürlerine çizdikleri değer tanrının bile gözüne batacak kadar ağırdı.
Göçmen kuşlar gibi kendi doğduğu memleketlerde doyma imkanı kalmamış insanların göç mevsimiydi bu aylar. Ayrık otları gibi açlıktan, yoksulluktan, savaşlardan ,ölümlerden kaçan insanların dünyanın herhangi bir yerinde yeniden yeşerme umuduydu bu göçler. Genç, yaşlı, çoluk, çocuğun “Dünyanın ömrü bizim kederimizden daha uzundur” diyerek bilmedikleri, görmedikleri başka ülkelerde yeni yeni yaşamlar için yollara düşme macerasıydı bunun adı.
Göz göze geldik. Ürkek bir kuş paniği içinde bakıyorlardı bana doğru. Uzun güneş altı yürüyüşleri ve gece ayazının jilet gibi iliklerine işlediği soğuğun etkisiyle kararmış yüz hatlarıyla “Çıkaramadığımız günahlarımızı hangi cehenneme asalım “der gibi benden bir işaret bekliyorlardı.
Pastaneyi aradım tekrardan. Adam başı 4 poğaça yeseler doyacak gibi görünmüyorlardı. Tedbirli davranmalıydım. Ardından çayları geldi. Her ikramda sonra dördü birden bana dönüp, bir şeyler söylediler. “Ne gelir elimizden insan olmaktan başka”(1) diye karşılık verdim bende.
Öğle, akşam böyle devam etti. Ertesi gün oradaki diğer esnaflar yükümü hafifletmeye başladılar. Onlarda yapılan iyiliğin altında kalmamaya çalışıyorlar, dükkanların açılıp kapanmasına yardım ediyorlar, dükkanların ve etrafın temizlik işlerini yapıyorlardı. Günler geçtikçe esnaflar onlara, onlarda esnaflara alıştı. İçlerinden en büyüğünü, yani Fazal isimli genci (23) düzenli olarak işe aldı, tekstil eşyası satan bir esnaf arkadaş. Diğer üç kişi arada bir göründü, sonra kayboldular. Sonradan duyduk ki buralarda tutunamayıp geri dönmüşler.
Gel zaman git zaman Türkçeyi ilerletti Fazal. Kısa sohbetler edebiliyordu bizle artık. Her gün işlerin hafif saatlerine bana uğrar, bir şeye ihtiyacım var mı diye sorar, o güldükçe güzelleşen tebessümlü yüz ifadelerinden bir demet bırakır, öyle dönerdi işine.
Afganistan. Bütün yaprakların dallarından umudunu kestiği ülke. Denizlerin çekildiği, güneşin doğup-batması bile israf sayıldığı ve çoğul yalnızlıkların kol gezdiği ülke. ABD işgali, iç savaş, Taliban. DEAŞ. Can güvensizliği, ekonomik çöküş, sonrasında göç. Başlangıç olarak dünyanın herhangi bir yerine göç ama nihai hedef Avrupa. Neden Avrupa? Çünkü kendileri gibi dünyadaki tüm Müslüman ülkelerde huzurun olmayışı…
Fazal, Afganistan’dan yola çıkıp, İran üzerinden Türkiye’ye gelmiş. Bir aydan fazla sürmüş bu yolculuk. Yanlarında eşya taşımadıkları için elbiselerini hiç değiştirememişler. Ayakkabıdan kıyafete, kıyafetten temizliğe kadar bin bir zorluk yaşamışlar. Varlarını yoklarını satıp ve yakıp tüm kağıttan gemilerini düşmüşler aylar öncesinden yollara.
“Dönüş şansım yok” diyor. “Çünkü döndüğüm de beni karşılayacak kimsem kalmadı köyde” diye ekliyor. Babasını Taliban öldürmüş bir ev baskınıyla. Abisini zorla kaçırıp Taliban’a asker yapmışlar. Bir kız kardeşi varmış, başına bir şey gelmesin diye küçük yaşta vermişler teyzesinin oğluna. Görmemiş ondan sonra bir daha yüzünü. “Arada bir telefon açıyor” diyor, bir oğlan çocuğu olmuş, telefonda söylemişler ona.
“Hiç yüzüne gülmemiş coğrafyanın, karasal iklimi çatır çatır çöküyordu hala üstüne” yaşanmışlıklarını benle paylaşırken.
Zaman aleyhimize dönüp koşar adım ilerlerken finale doğru, arada bir uğrar hal hatır sorardım. İçinde büyüttüğü fırtına yanlış hayatlara savurmadan istikrarlı bir şekilde devam etti o tekstil mağazasında çalışmaya. Arka kısımda küçük bir oda da yatıp kalkıyor hala.
Beni her görüşte “Kendi oyuncağını yapmaktan yorulmuş, köy çocuğuna hediye edilen bir Alman bez bebeğinin verdiği sevinçler gibi gülümserdi.”
Kendisiyle birlikte gelip geri dönen akrabasının biri evlenmiş hatta çocukları bile olmuş. Fotoğrafını gösterdi geçenlerde. “Darısı sana inşallah” dedim. ” Bende gidip evlenip geleceğim” dedi , gülümseyerek.
Bir kaç ay yine uğramıştım. Yazlık ürünleri sergiliyorlardı tezgahlarında. Hal hatırdan sonra şortları gösterip “Nasıl kalitelimi bunlar” diye seslendim. “Yok abi, bir yıkamada küçülür bunlar. Kaliteli ürünler değil hiçbiri, sana uymaz” dedi. Haklıydı, turistik amaçlı dikilen ucuz parça kumaşlardan yapılmış ürünlerdi hepsi. “Başka yerden bakarım artık” deyip kapıya yönelmiştim ki arkamdan seslendi. “Senin bize verdiğin eşyalar çok kaliteliydi abi. Uzun yıllar giydik hepimiz” dedi. Durdum. Ben unutmuştum o unutmamıştı. İçimi baştan aşağıya bir iyilik kapladı. İlk geldikleri günün ertesinde seçip gardrobumdan getirmiştim hepsine yetecek kadar kıyafetleri.
Dün yine oradan geçerken uğradım yoktu. Sordum mağazada çalışanlara. “Memleketine gitmiş herhalde evlenip geri dönecektir” diye sesli düşünüp söylenirken, karşımdaki satıcının acı acı gülümsediğini gördüm. Aklıma kötü şeyler getirmemeliydim. Kendimi toplamaya çalıştım. Bir yumruk gibi acı gelip yüreğimin üstüne oturdu.
” Ne oldu ki?” dedim. Daha önce birçok kişiye anlatmış ve bu anlatışların kendine verdiği rahatlamayla bana döndü. ” Geçen hafta cuma günü; akşam dükkanı kapatmış tam ışıkları söndürüp yatacakken içeri bir kaç tane sarhoş, büyük ihtimal Gat çekmiş(1) Afgan arkadaşları girmiş. Tartışmışlar. Sonra kavga çıkmış. Gelenler Fazal’ı bıçaklayıp ortadan kaybolmuşlar. Hastaneye yetişemeden kan kaybından yolda ölmüş…”
“Kamera kayıtları yok mu” diye aptalca bir soru sordum. “Var abi ama nerede bulacaksın adamlar kaçıp kaybolmuşlar. Her yer Afgan kaynıyor, hangisi kayıt altında ki “dedi. Sustum.
Önüm süre akıp giden bu hayatın benimle barışmayan bir yanı vardı. Hani, güzel sonla biterdi tüm Yeşilçam filmler! Hani, sonunda iyiler hep kazanırdı! Hani, iyilik eskidiğinde değil, yapıldığı andan itibaren anlamlaşırdı! Hani, Taşranın hikayesi şehirde devam etse de yine taşrada biterdi! Hani, hani,han… Cehennemin dibine kadar yolu vardı tüm soruların…
Bir yağmur bulutu döndü durdu tepemde. Elimle işaret edip “Sana gerek kalmadı” dedim ben ıslatacağım bugün, pas tutmuş sokakları, caddeleri, yedi tepesinden acı fışkıran tüm şehri.
Yürüdüm metro istasyonuna doğru. Kötülüklerle donatılmış bu korkunç şehir kalbimden hırıltılı bir öksürük gibi söküldü ve göz pınarlarımda gözeler misali taşıp kayboldu.
1- Gat: Afganistan’da erkeklerin neredeyse tamamının kullandığı, dilin altına konan ve uzun süre emilip bağımlılık yapan bir çeşit ot. Doz miktarı ve bileşenleriyle oynanınca eroinin etki gücüne ulaşabiliyor. Yenikapı ve Kumkapı’nın arka sokaklarında kolayca bulunan bir ürün..