Bazı akşamları alt sokaktaki meyhanede; içtikçe birbirini severmiş gibi yapan yıllanmış çiftlerle, ülkeyi meze yiyerek kurtaran ağabeylerin arasında bir masaya otururum. Orası için ‘yaşın tutmuyor’ diye sert bakan garsondan gözlerimi sakınırım her seferinde. Meyhanecinin babasının bir fotoğrafı var duvarda. İkinci kadehte babama benzetmeye başlarım adamı. Üçüncü kadehten sonra, kapalı kapılar ardında vaktimiz bol gibi […]
Bazı akşamları alt sokaktaki meyhanede; içtikçe birbirini severmiş gibi yapan yıllanmış çiftlerle, ülkeyi meze yiyerek kurtaran ağabeylerin arasında bir masaya otururum. Orası için ‘yaşın tutmuyor’ diye sert bakan garsondan gözlerimi sakınırım her seferinde.
Meyhanecinin babasının bir fotoğrafı var duvarda. İkinci kadehte babama benzetmeye başlarım adamı.
Üçüncü kadehten sonra, kapalı kapılar ardında vaktimiz bol gibi ağlamışlığımız, bu bizim hovardalığımız değil sevme biçimimiz diye savunmuşluğumuz, bir güldük mü sıfırdan başlamışlığımız ve her sabah yeniden yeniden birbirimizi bağışlamışlığımız gelir aklıma.
Ben konuşurum sen susarsın. Suskunluğun en az söylemediğin sözler kadar manalı gelmeye başlar çok geçmeden.
Yine banttan Orhan Gencebay çalıyor acı içinde. İstanbul hala puslu ve çamurlu kokuyor.Arabeskin müzik değil bir ruh hali olduğuna kanaat getiriyorum oracıkta.
Hüznünü meydanlarda ‘dağ’ gibi gezdiren şehirli bir Ferhat havası doluyor ciğerlerime. İstanbul ‘Şirin’sizdir ve yoksulluk istanbulda gizli bir kefendir artık.
Rüzgarın sesi titriyor. Kaldırımlar caddeler, bulutlar göğü sıkıştırıyor. Küfür etsem ayıplayan yok. Bu şehir günahla yanarken, biz duaya durmuşuz ağlayanımız yok.
Kesik gülüşlü yarım bir öpücük gibi, şarkılarını saksılara koyup kalkıyorsun masadan. Kalplerimizin mesafesi canımıza basa basa açıldıkça mevsimleri yolculuğa çıkarıyor ada kuşları. Ardından apansız başlıyor şiirimiz. Gür sesli esmer alaturka. Yıldızlar defalarca yanıp sönüyor. Gözlerim denize açılıp uzak diyarlara dalıyor.
“Bir kürek yorgunluğu değil bu yaşadıklarımız” diye sesleniyorum ardından.
Cama yasladığım başımın ağrısı,ocağa atılmış kuru bir odun gibi çatırdıyor.Dışarıda kara kavaklarla bezeli tepeler yükselip alçalıyor, peşi sıra dizilmiş elektrik direkleri uzaklaşıp yakınlaşıyor. Şehir kalbimden hırıltılı bir öksürük gibi sökülüyor ve göz pınarlarımda gözeler misali taşıp kayboluyorlar.
“Gerçeklik ancak eskidiğinde anlaşılır” diye yazdırmış kamyoncunun bir tamponuna. Son kelimesi is’ten okunmuyor.
Hayat tıkış tıkış bir yolculuk. Mevsim kim zaman Akdeniz, kimi zaman yağmura sileceklerin yetişemediği bir rezalet. Ama sürüyor sürsün.Hikayenin sonunda, yani eninde sonunda ölüyoruz diye not alıyorum çıkışta garsona bahşiş diye bırakacağım. İçim rahatlıyor biraz.
Alıp başımı gitmek istiyorum uzaklara ama gittiğim her şehrin sokakları yine bana çıkacak biliyorum. Defterleri kapatsam da tüm satırlar ezberlerimi parçalıyor.
Uzadıkça uzuyor gece. Sabaha doğru içimden saatleri eksiltiyorum. Gelmeyi seçmediğim bir limandayım. Su alan ve batmaya hazırlanan gövdemi tamir et ne olur.
‘Özlemin azı çoğu olmaz ağırdır işte’ diye ödüyorum gelen hesabı kalkıyorum.
Aynada parçalanıyor gölgem.
…
Dilimin ucunda dünyanın bütün küfürleri ıslık çalıyor.Kimsenin yol tarifi vereceği yok ama ben yine de denemek istiyorum.
Hayat iyi bir yerdi onunla birlikte, sonra birlikte iyi olmaya başlayacaktık.
Biliyorum bu devirde birinin elini tutup “Sevgilim” demek yürek işi. Karanlığın şeytanları kol geziyor her yanda. Artık her şey acıyla takas edilebiliyor. Saat o saat devir o devir. Günler kısalmış yaşamın tetiği dibine düşürülmüş. Çekiştirip duruyor ecel ömrün yakasını…
Bak yine arttı yalnızlığım. Sensizlik bencil bir sarmaşık gibi büyüyor bedenimde. Oluk oluk akıyor özlemim geceye. Ne tuhaf hepsini tanıyorum.
Sanırım ben ki bu şehrin en eski tutarsızıyım. Günde iki kez doğruyu gösteriyorum