Selvi Boylum Al Yazmalım

Dolaşa dolaşa sonunda;  kendime verdiğim sürgün hükmümün infazını yerine getirmek için bu uzak memlekete kadar gelmiştim. Sensizlik yaşanacaksa nerede, nasıl olacağının bir önemi yoktu artık. Seni sevmek gibi büyük bir işe kalkışmıştım suçum sabitti. Düğüm noktalarımızı kader yazmıştı ama detaylarını çizme işini nedense bize bırakmıştı. İş-güç,para-pul  derken kapıldım zamanla bende akıntıya. Günler geçiyor, mevsimler değişiyor […]

Yayınlama: 18.06.2021
A+
A-

Dolaşa dolaşa sonunda;  kendime verdiğim sürgün hükmümün infazını yerine getirmek için bu uzak memlekete kadar gelmiştim. Sensizlik yaşanacaksa nerede, nasıl olacağının bir önemi yoktu artık.

Seni sevmek gibi büyük bir işe kalkışmıştım suçum sabitti. Düğüm noktalarımızı kader yazmıştı ama detaylarını çizme işini nedense bize bırakmıştı.

İş-güç,para-pul  derken kapıldım zamanla bende akıntıya. Günler geçiyor, mevsimler değişiyor bir tek sen aynı yerde duruyordun. İçinden nehir geçen bu şehirde, her gece  ismin can çekişiyordu yüreğimin en olur olmaz yerinde. Her gece  gözlerin şehrin en yüksek  tepesine konup sabaha kadar benimle kesişirdi, güneş geceyi kaçırırdı ama ben gözlerimi kaçırmazdım gözlerinden.

Sensizliğe  giden yolun yarısını  çoktan tepmişti  ömrüm. Diğer yarısını da seni özleyerek geçecekti belli olmuştu. Özlemin azı çoğu olmuyordu, ağırdı işte. Hani hiç bir yere sığamazsında  alıp başını gitmek istersin ya uzaklara. Gittiğin her uzaklık aynı yere çıkar hani. Defteri kapatırsın ama tüm satırlar ezberindedir. Kafanı dağıtmak için dinlediğin her şarkıdaki sözler kalbine dövme gibi kazılmıştır çoktan. Mırıldanırsın için için kanamalı bir ses tonuyla. Ne kadar aklın varsa hepsini başından alır ya, işte  öyle bir şeydi seni özlemek.

Teknoloji hızla gelişiyordu. Bağlatmalı telefonlardan, sabit ev telefonlarından çep’te taşınabilir telefonlara geçmişti dünya. Aç-kapa-ara,  tuşlu telefonlar girmişti hayatımıza. Memleketten “Nasılsın ” diye bir ses duymanın bedeli neredeyse bir saatlik çalışma ücretimin karşılığına denk geliyordu.

Çok geçmeden internet girdi hayatımıza. İnternet Cafe’ler mantar gibi çoğaldı yarım devrimlerin, kavuşmayan aşkların ayak izlerinin hüküm süründüğü bu şehrin sokaklarında. Sonradan adına sosyal medya diyecekleri  sitelere talep fazlaydı. Bende acaba yıllar sonra bir fotoğrafına denk gelebilir miyim  diye açtırdım kendime Facebook’dan, orada çalışan birinin yardımıyla bir hesap.

Jetonlu telefonlar vardı eskiden köşe başlarında.jetonu atıyordun sen konuştukça o “jeton at süren bitiyor” diyordu. Sende attığın jetonun süresinin kısıtlı olmasına bir yandan küfür ediyor diğer yandan jeton atıyordun ha bire. Sonraları Türk aklıyla jetonu delip ip bağlayanlar olsa da konuşmak pahalı bir işti her zaman.

Aynı düzeneği burada ki yeni açılan internet cafe’ler de kurmuştu. Kasadan jeton alıyordun, bilgisayarın karşına geçtikten sonra ne kadar jeton atarsan  o kadar süre kalabiliyordun internet bağlantılı sitelerde.                                                                                                                                                     Aklımda sen,yüreğimde sen dolaşırken sokaklarda  “acaba o da üye olmuş mudur  böyle bir siteye, olmuşsa kesin bir fotoğrafı  vardır!” demeye kalmadan ,kendimi bir internet cafe’nin içinde buldum.  

Yaklaşık 20 yıl olmuştu onu görmeyeli. 20 koca yıl. Kuşların ömürleriyle çok uzun,insan ömrüyle hiç de azımsanmayacak bir zaman. Yani kıyısından çekip, denizi ayağına getirebileceğin kadar uzun bir zaman aralığı.

Bir  masa gösterdiler oturdum. Açtım bilgisayarı. Derinlere kaçan heyecanımı  elimle koymuş gibi bulup çıkardım. Kalbim bir devri kapatacak gibi hızlandı. Arama butonuna adını yazdım. Aynı isimden bir kaç kişi çıktı ekrana. Arka arkaya kaç jeton attım makinenin alev fışkıran ağzına farkında değildim. Ben atıyordum o yutuyor, çok geçmeden yenisini istiyordu. Tek tek fotoğrafların üstünü tıkladım. Sonunda tam 20 yıl sonra fotoğraf bile olsa onu görmüştüm.

“Kimi insan otların, kimi insan balıkların çeşidini bilir
Ben ayrılıkların 
 Kimi insan ezbere sayar yıldızların adını 
Ben hasretlerin” diye bir ateş düştü yüreğimin tamda üstüne.

Ah nasılda yandı bilemezsiniz. Okyanuslar fışkırsa da gözlerimden dinmedi  bir süre yangın. Tuzlu bir deniz kokusu  sardı ortalığı. Kaldırımlardan yağmur kokusu,rüzgarlardan özlemin kokusu esti durmaksızın. Bekçilerden gizlenip ağaçların dallarına kondu gece. Koca şehirde her şey serbest,bir tek aşk yasaktı sanki.

Seni gördüm yıllar sonra der gibi “Arkadaşlık isteği” butonuna bastım. Yine jeton istedi makine, avucumda ne kadar varsa boşalttım içine. Ekran dondu. Göz göze geldik. Tıpkı yıllar öncesi gibi baktın bana, bakıştık. Bunca yıldır sana bakan herkesin gözbebekleri bendim  der gibi baktım sana, bakıştık. Sanki birden gülümseyecek gibi oldun.  Aydınlandı gece. Sen bir gülünce her şey sıfırdan başlamak gibi bir adetimiz vardı ya o geldi aklıma birden. Umut bu, nerede kendini  gösterir  bilemezsin.

Işıları söndü gecenin. Seni bırakıp ayrıldım oradan. Günler geçti, avuçlarım dolu jeton her akşam bayramlık elbiselerimle gelip karşına dikildim. Yine ekran dondu, ben gözlerinin içinde dondum.  Çok gece sabahladık,çok sabahı geceye uzattık. Arkadaş olamadık belki face’de ama gözlerin selvi boylum al yazmalım,gözlerin küçük asya,  gözlerin umut, gözlerin yitik aşktı. En fazla dudak kıvrımlarındaki kelebek ömürlü gizli gülümseyişine  takıldım, saatimin akrep ve yelkovanı sabaha yorgun adımlar atarken. 

Akşamın değil ömrümüzün üstüne rakı içmeliyim bu akşam… 
Şiir: Nazım Hikmet.

Bir Yorum Yazın

Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

Henüz yorum yapılmamış.