Herkesin bir geliş hikâyesi vardı bu koca şehre. Çoğu hala yazılmamış, hatta hiç yazılmayacak. O vakitler, iki giriş kapısı vardı. Biri; Trakya Garaj’ının karşısında tüm heybetiyle duran “Topkapı Anadolu Garajı”, diğeri “Haydarpaşa Tren Garı”. Atatürk Hava Limanı elit bir düş, Sabiha Gökçen Hava Limanı ise uzak diyarların beklenen ama hiç gelemeyecek gibi duran, kayıtlara girmemiş […]
Herkesin bir geliş hikâyesi vardı bu koca şehre. Çoğu hala yazılmamış, hatta hiç yazılmayacak.
O vakitler, iki giriş kapısı vardı. Biri; Trakya Garaj’ının karşısında tüm heybetiyle duran “Topkapı Anadolu Garajı”, diğeri “Haydarpaşa Tren Garı”.
Atatürk Hava Limanı elit bir düş, Sabiha Gökçen Hava Limanı ise uzak diyarların beklenen ama hiç gelemeyecek gibi duran, kayıtlara girmemiş son yolcusu gibiydi.
Anadolu insanına en güzel Haydarpaşa Tren Garından giriş yapmak yakışırdı. Önde sağlı sollu çocuklar, arkalarında büyük tahta valiziyle baba, onun arkasında beyaz tülbendi ile ne yana gideceğini kestiremeyen, çekingen, korkak ve sadece çocukları için kaygılanan bir anne.
Geri dönmekle devam etmek arasında gidip gelmeler. “Hele bir bakalım. Biraz zaman geçsin tutunamazsak geri döneriz köyümüze. Bıraktığımız yerden tekrar alıp, kazmayı-küreği başlarız” ikilemesiyle inilir merdivenlerden aşağı Kadıköy rıhtımına doğru.
İlk iş, tanıdık birini aramak ya da bir akrabaya ulaşmaktır. El iş tutup, para kazanılıncaya kadar ikamet etmek gerekir. Tabii bir de yol yordam öğrenip, bu akıntıya kendi hızında kapılmak gerekecektir, hazırlıklı olmak lazımdır. Bunun yolu da böyle güvenilir tanıdıklarla veya akrabalarla mümkündür. Maazallah elde avuçtakini bir günde kayıp etmek veya kötü yolla düşmekte vardır işin içinde.
Mümkün olduğu kadar ev aramalar akrabalara yakın yerde yapılır. Bir yandan da iş bakılır. “Patrona söyleyeyim sana bir iş versin, beni sever güvenir. Kırmaz beni görürsün.” Bu sıralar duyduğu en güzel sözdür. Eve ekmek getirmeye başlandıktan sonra, gelirken heybesinde getirdiklerini koruma kaygıları başlar. Aileyi sıkı tutmak, örfleri-adetleri, gelenekleri unutturmamak lazımdır.
Öksüz bir çocuğun okula yalnız gitmesi gibidir artık her şey. Zamanla değişimlere alışılır, daha hoşgörülü olunmaya çalışılırken “devir değişti artık, demek şehirde bu işler böyle imiş” der devam eder.
Artık iyice yerleşilmiş, iyice yerli olunmuştur. Geride bıraktıklarını çağırma vaktidir. “Dağın başında ne kazandın bu güne kadar ki bundan gayri kazanasın. Gel buraya bir iş bulur gül gibi geçinir gidersin, kendini düşünmüyorsan bari çocuklarını düşün…”
Mektuplar gider-gelir. İnsanlar sadece gelir. Çoğalır tekrar tekrar İstanbul. Aslında iki tarafta bilir, ortada bir yalan vardır ve bu yalan iki tarafın da inanmak zorunda olduğu ortak çaresizliğidir. Bilirler “iki kat çalışıp, zemin kat yaşamaktır İstanbul.”
Çoğaldıkça konu-komşu, akraba yalnızlaşır, bireyselleşir insanlar, şehir… Bayramlar, düğünler, cenazeler mecburi buluşma, görüşme yeridir. Çocukların büyüyüp, laf dinlemediği, ihtiyarların halden anlamayıp çekilmez olduğu zamana gelinmiştir artık. “İyi ki geldik ile nerden geldik” arasında taraf tutmanın faydası yoktur.
Çocuklar büyür, yuvadan tek tek uçmaya başlayınca, geri köye dönme hevesi tekrar yeşerir. Bu sefer daha rahattır çünkü görev tamamlanmıştır. Çocuklar kurtulmuş elleri iş-ekmek tutmuştur. Bu arada, yeni kişiler dahil olmuştur aileye, gelinli damatlı. Çok geçemeden torunlar gözükür kapı eşiklerinde.
Her şey değişmiştir, her şey başka türlüdür artık. Türküler başka türlü, şarkılar başka türlü. İçten bir okumayla şiirler başka türlü…
“Ah neresinden tutam da yırtam eteğini,
Öfkem sevdam kadar büyük sana
Savruk saçlarından tutup
Vursam
Bir o yakaya bir bu yakaya
Sen söyle hangi şiddet alır hıncımı
Adaları bassam tütün yerine yarama
Sen söyle dindirir mi bu kahrolası acımı?
İstanbul…”