Kurtarılma Operasyonları -2 O yıllarda bizim köydeki evlerin herhangi birinin önünden geçsen, genzini yakan acı bir yaşanmışlık -kadın- öyküsü gelip sarmalardı seni. Kimi çok küçük yaşta evlendirilmişti ağabey diyeceği insanlarla, kimi yetimlikten muzdarip; evden bir tabak eksilsin diye gitmesi uygun görülmüştü, kimi “Adamı görüp de ne yapacaksın kızım, evlendiğin zaman nasılsa bolca görürsün” kontenjanından elden […]
Kurtarılma Operasyonları -2
O yıllarda bizim köydeki evlerin herhangi birinin önünden geçsen, genzini yakan acı bir yaşanmışlık -kadın- öyküsü gelip sarmalardı seni.
Kimi çok küçük yaşta evlendirilmişti ağabey diyeceği insanlarla, kimi yetimlikten muzdarip; evden bir tabak eksilsin diye gitmesi uygun görülmüştü, kimi “Adamı görüp de ne yapacaksın kızım, evlendiğin zaman nasılsa bolca görürsün” kontenjanından elden çıkarılmıştı.
Kervanlar yolda düzülmüş, gelinliğiyle çıkan kefenle bile olsa baba evine dönmeyi düşünmemişti. Katlanmıştı dünyanın binbir zahmetine. Bunca işin gücün arasında iyi davranan bir koca-eş bulan kendini şanslı hissetmişti.
Görgü, edep, ananeler -‘töre’ bizim o coğrafyaya uygun bir sözcük hiç olmadı-çemberi içinde hem kendilerini hem de çocuklarını büyütmüşlerdi.
Hangi yaşa gelirlerse gelsinler çocuğu olanın gadası (derdi) asla bitmedi.
Çocuklar büyüyüp de evlenme çağına geldikçe dertler daha da büyüdü. Kim alınacaktı gelin diye, kime kız verilecekti damat diye?
Kim hayırlıydı ya da kim daha rahat ettirirdi çocuklarını. Kendileri gibi olmamalıydı çocuklarının kaderi. Çok daha iyi bir hayatı hak ediyorlardı tüm evlatlar ebeveynlerinin gözünde.
Evin nüfusu arttıkça bağ bahçe yetmez hale geliyordu. Evlenip köyde kalmaya karar vermek, büyük külfetti. Yeni bir ev yapmak, yeni bahçe-tarla almak, hayvanlar edinip azdan çoktan geçinip gitmek zordu.
“Kime karnını doğurmuş ki bu çorak-susuz topraklar, gidin şehre hiç olmadı birinin kapısına ırgat durursunuz. Aldığınız da yediğiniz belli olur ” lafı o yıllarda aile büyüklerinin çocuklarına sessizce ama sık söyledikleri cümlelerdi.
En yakın mesafe olarak Çukurova göz kırpıyordu bu sonradan yerleşik köylü gençlere.Pamuk tarlaları, portakal bahçeleri, günübirlik ırgatlık ve daha ilerisi elinden tutan biri olursa belki bir fabrika işçiliği…
Bu yarı gurbetlik aslında yetişmiş gençlerin arayıp da bulamadığı bir fırsattı. Çünkü köydeki işler bittiğinde düşülüyordu yola; yaza kadar üç-beş bir şeyler kazanılıp sonra işler çıkmaya başladığında dönülüyordu. Kışı köyde sıcak odun sobası, cılız gaz lambası ve yoğun sarma tütün dumanı altında geçiren köylü gençlere oranla daha ayrıcalıklı hissediyorlardı kendilerini. Dönüş vakti gelmeden alınan yeni bir gömlek, pantolon, şalvar daha bir sıcak sarıyordu bu yarı gurbetçilerin bedenlerini.
Neler yoktu ki Çukurova da? Sarışın,esmer her yaşta güzel kadınlar,koca koca binalar, geniş caddeler,Amerikan menşeli şavrole(chevrolet) markalı arabalar, pamuk tarlaları, portakal bahçeleri, sinemalar, büyük mağazalar…
Sivrisineklerin, aşırı sıcakların, düşük ücretle fazla mesaili çalışmaların, sıtma hastalığına yakalanıp 40 derece sıcaklıkta yorgan döşek titreyerek yatmanın kıymeti yoktu. Olacaktı o kadar da…
Gidenin yerleşik bir düzeni olmadığı için peşinden gelenlere de sahip çıkılamıyordu. Her şey yarımdı, eksikti, sezonluktu. Ne köylü kalınabiliniyordu ne de tam şehirli olunabiliniyordu. Genelde geçici işler tercih ediliyordu ki yazın kolay dönülebilinsin köye.
Bu yöntem bir kesim aileler tarafından kabul görse de o yıllarda asıl başarı, çocuklarını temelli kurtaracak kalıcı gözümler bulabilmekti. Yani rahat bir yaşam için doğru kısmetlere kapı aralayabilmekti.
Eskiden “Çalışkan ve efendi” olmak damat adayları için yeterli bir etiketti ama zaman bir çok değerleri eskittiği gibi bunu da değiştirmeye başlamıştı. En azından bir memur(bu genelde ‘öğretmen’ oluyordu o yıllarda) ya da ailesi tarafından yurt dışına götürülmüş iş güç sahibi yaptırılmış biri tercih edilebilinmeliydi.
‘Akçadağ Öğretmen Okulunun’ keşfinden sonra çevre köylerde öğretmen sayısı arttıkça bizim köyde gelinlik kız sayısı azaldı. Yeter ki, niyetine girilsin er ya da geç alıp götürüyorlardı kızı baba ocağından. Daha da ötesinde; aman yabana gitmesin diye damat adayı okuldayken pay ediliyordu köylerin en güzel kızları bu öğretmen adayları arasında.
Sırf bu nedenden dolayı, komşu ‘Basak’ köyünden çok alacaklıyızdır.
Memur bir kızın(o yıllarda genelde hemşire olurlardı kızlar) evlenmek için geri dönüp köyden bir erkeği götürüp kurtardığı görülmemişti. Davul bile dengi dengineydi…
Bu hayırlı kısmetlerle evlilikler memleket sınırları içerisinde bir şekilde devam etti. İşe çoluk- çocuk karışıp ve baba evleriyle bağlantı kesilmeyince yürüdü gitti kör topal.
Memleket sınırları içinde her şey ağır aksak ilerlerken, dışarıda( yurt dışı) işler hiç de istendiği gibi gitmiyordu.
Telefon tellerinin bir türlü yeşermediği, mektubun sahibine ulaşması aylarca sürdüğü o yıllarda uzaklardan haber almak bir hayli güçtü.
“Hayırlı bir kısmet çıktı verdim bende, kurtuldu kızım-(oğlum)- bu çamurlu pis sokaklardan” diye kendini bahtiyar hisseden aileler çocuklarının ne yaşadığından habersiz kendi güncelliğinde yaşamlarını devam ettirirken, suyun öte yakasında işler hiçte hayal edildiği gibi gitmedi.
Kurtarıcılarla, kurtulanların çoğu bu birliktelikten memnun olamadı. Ayrılıkların ayıp sayıldığı o yıllarda arka arkaya boşanmalar yaşandı. En bildik senaryo sürekli oturma iznini hak edinceye kadar sabredip, sonrasında hayata tek başına devam etmekti. Çünkü tüm gemiler yakılmış, geri dönüş yolu kapanmıştı.
Baba ocağında kalabalık aileyle yaşamaktan bıkmış insanları daha fazla kalabalık ailelerin içine sokulup yaşaması isteniyor, dilini, kültürünü bilmediği insanlardan uzak tutmak adına ‘Aman gözü açılmasın, sonra başımıza iş açar’ diyerek evlere hapsediliyor, sofrada kendi için konan bir tabak yemeği hak etmesi için sürekli gözünün içine bakılıyordu.
Öncesi olmayan bir ilişkinin evlilikle kamufle edilmiş en insansız,en insafsız haliydi böyle birliktelikler.
Henüz evlenecek olgunlukta ve bir ailenin sorumluluğunu üstlenecek yaşta olmayan bu insanlar (Kadın veya erkek fark etmiyor) dayatılan yeni yaşam koşullarının karşısında tıkanıp kalıyorlardı.
Taşranın hikayesini hep şehirlerde sonlandıran en bildik cümle ise “Seni buraya getirip adam ettim, sayemde karnın doyuyor yoksa it bağlasan durmaz o dağ köyünde sürünecektin” aymazlığıydı.
Sahte bir huzurdan kaçıp, kasvetli bir aydınlığa sığınmışlardı ama yaşadıkları kötü günler kendi hayatlarının üstüne düşmüş bir gökyüzü kadar ağırdı.
Evden ayrılıp, sokağa çıkınca kendini fark edecek kadar kendisi olan, yüzlerce yalnız insanların yaşadığı gurbet kelimesinin en dolu karşılığına denk gelen yerlerdi o yıllarda buralar.
“Medeniyet dediğin tek diş kalmış canavar” lafı boş laftı.Çünkü medeniyet denen şey bizim yanımızda götürdüklerimizdi. Belki de götüremediklerimizdi.?
Kötülük meyve çağındaki ağaçların dallarını kırıyor ve kapkara dehlizlerin ardındaki kapıları bu kara yazgılı, kara kara insanların yüzlerine kapatıyordu.
Yıllar göz açıp kapanıncaya kadar büyük bir hızla geçti gitti. 1960’larda başlayan bu kurtarma operasyonları 90’lı yılların sonlarına doğru yavaşladı ve durdu. Çünkü dünya değişmiş, insanlar kurtulmak için beklemekten çok kendi bireysel kurtuluşları için yön belirlemeye başlamışlardı.Üstelik milletin efendisi olan köylü, efendilikten vazgeçip şehirlerde işçi olmaya başlamıştı çoktan. Dolayısıyla köylerde kurtarılacak kimse de kalmamıştı. Zaten gurbette doğup büyüyen yeni nesil evliliğin şifrelerini çoktan kırmış, ‘münasip eş bulma’ yetkisini aile büyüklerinin elinde almıştı.
Damlara yataklar atıp her gün aynı yıldız takımlarını izleyen o dönemki biz köy çocuklarının; renkli şehir ışıklarının hayalini kurarak uykuya dalmalarımızın üzerinden yıllar geçti.
Bir kuşak yaslandığı duvarı yıkıp tekrardan ördü.
Başkasının yalnızlığına ortak ola ola evcilleştiler.
Umudun bittiği yerde, hiç el değmemiş başka bir umut mutlaka var diyerek ayağa kalktılar.
Kimileri yeni birliktelikleri denerken, kimileri ömrü boyunca hüzzam bir şarkı gibi mahcup yaşamaktansa koşa koşa yalnızlığı seçtiler.
Ve gökten üç elma düştü…
& & &
Not; Mutlu birliktelikleri tenzih ediyorum. Sadece o yıllarda çok kanamış bir yaranın bu günlere yansıyan izlerini kaşımak istedim.