Komşunun komşuya davetsiz gittiği, gelen her ayak sesine kapıların sonuna kadar açıldığı, sokakların koşar adımlarla küçük mutluluklara aktığı, yaralara merhem yerine çiçeklerin basıldığı yıllardı. Yaşamdan kaptığı renkleri yüzüne yansıtan, yol almayı bilen, yolun faturalarını yanında taşıyan, acılarına bile gülüp geçebilen, hayallerinden başka hiç bir şeyi olmayan, gitmeleri de dönmeleri de anlamlı kılan, bir sahipsiz mevsimler […]
Komşunun komşuya davetsiz gittiği, gelen her ayak sesine kapıların sonuna kadar açıldığı, sokakların koşar adımlarla küçük mutluluklara aktığı, yaralara merhem yerine çiçeklerin basıldığı yıllardı.
Yaşamdan kaptığı renkleri yüzüne yansıtan, yol almayı bilen, yolun faturalarını yanında taşıyan, acılarına bile gülüp geçebilen, hayallerinden başka hiç bir şeyi olmayan, gitmeleri de dönmeleri de anlamlı kılan, bir sahipsiz mevsimler dizilişiydi dedemin genç, benim çocuk olduğum yıllar.
Ülkelerin,şehirlerin, insanların geçici, heyecanların, umutların, aşkların güzel ve kalıcı olduğu gençlik günleriydi.
Her akşam günbatımlarında, güneşin pencerelere yansıyan son ışıklarının yaktığı camlar bir kızıl yangın gibi tutuşur, demir parmaklıkları eritip, pencereden içeri dalınca, uzun bekleme günlerimin en güzel saatleri başlardı. Sık olmasa da böyle hep akşam üstleri gelirdi dedem evimize. Dağda, bayırda,ilçede işi hiç bitmezdi. Geldiğinde beni kucaklar karşısına oturtur, saatlerce anlatır,anlattıklarını anlamış mıyım diye arada bir şeyler sorar, cevaplayabilirsem iyi bir iş yaptığını düşünür yüzünde bin bir renkte gülücükler açardı.
Ne de güzel yakışırdı gülmek o yazın güneşten , kışın ayazdan kararmış yüzüne.
Babam Almanya’daydı o yıllarda, eksik bıraktığı ne varsa dedem tamamlamaya çalışıyordu. Ben de bu durumun tadını çıkarmaya çalışırdım fırsatını buldukça. Dedemi bilmiyorum ama ben çok memnundum yaşadıklarımdan.
Kayısıdan daha çok üzüm bağlarına umut bağlanmıştı. Kayısıcılık yeni yeni keşfediliyordu. Dede’min ilçede büyük bir üzüm bağı vardı. İçine küçük bir de hayma yapmıştı. Bazı akşamları ilçeye yürümek zor gelince orada kalırdı.
Hem bir kaç baş hayvanlarını otlatır hem de üzüm bağındaki işleri görürdü.
Üzümler olmaya başladığında hayvanlara yükler,ilçede ki her daim açık köy pazarına götürür, el terazisiyle tartar tartar verirdi gelen müşterilerine. Bazı günler beni de götürürdü yanında. Dedemin gözüne girmek için bende büyük çaba gösterir, iyi bir torun olduğumu kanıtlamak isterdim. Çalışmalarımın karşılığını her seferde dedem bonkörce öderdi.
Baba tarafından dedemi hiç görmemiştim. Babam bile zar-zor hatırlıyor zaten. Evin büyüğü Almanya da olunca dedem hem kızına sahip çıkıyordu hem de bize.
Mutlu günlerimiz kısa sürdü, bir gün ansızın dedem hastalandı. Zor yetiştirdiler hastaneye. O gözümde büyüttüğüm, her bir gülüşünü dağlarla çarpıp yüreğimdeki boşluğa sığdırmaya çalıştığım dedem gün gün eridi ve çok sürmeden gözlerini bir daha hiç açmamak üzere kapattı.
Kış aylarıydı. Havalar soğuyup, köyde işleri hafifletince ilçeye göçerdi bir çok köylü. Okullar açılıyordu çünkü, göç mevsimini takiben.
İlçede olduğumuz günlere denk gelince cenazeyi ilçe mezarlığına gömdük.
Dedem ölmüştü ben yetim kalmıştım. Dedem ölmüştü ben; hem yetim hem öksüz kalmıştım. Kar kış demeden her gün okulu kırıp dedemin mezarına gidiyordum. Ben konuşuyordum o susuyordu. Dönüp tek kelime etmedi bunca konuşmalarıma, duyduğundan emindim oysa. Çok geçmeden öğretmen annemi arayıp, beni ihbar etmiş. Bir akşam mezarlık dönüşü yakalandım. Kızmadı ama “Deden yaşasaydı, senin okula gitmediğine çok üzülürdü.” dedi. Dedemin üzülmesine dayanamazdım, her gün gitmelerimi durdurdum. Sadece hafta sonları gitmeye başladım.
Kasaba iştahlı iştahlı sırıtıyordu peşim sıra. Hazırdı kendi cinnetlerine beni ortak etmeye. İlçenin tek caddesini adımlıyordum gün aşırı. Her şey hayata ve aşka dahildi biliyordum. Hayat bundan böyle eksik ve dedesiz geçecek günlerdi, ama aşk neydi?
Onu hiç bilmiyordum!
Uzun süre dedemle yaşadığımız her anı hatırlayıp durdum. Yabani otlar gibi kendiliğinden yeşeriyordu her sözü yüreğimde.
Bana hep ” Geçmişini sevki geleceğin güzel olsun oğlum “derdi. Pek bir şey anlamazdım o yıllarda.
Dedemin ölümünün üstünden çok geçmemden babam Almanya’dan temelli dönüş yaptı. Yıllar sonra babamı görüyordum ve babalık denen şeyin arada bir yabancı pullarla mühürlenmiş mektuplardan ve küçük hediyelerden oluşmuş bir tanımsızlık cümlesi olmadığına inanmaya çalışıyordum.
Babamla aramızdaki mesafe yavaş yavaş kapanıyordu ama ben yine de dedemin mezarına gidip gelmeyi sürdürüyordum. Çünkü dedemin de dediği gibi, geçmişim babam değil dedemdi. Geçmişteki yağmurların bu güne vuran ferahlığına sığındığım kişi dedemdi.
Işıklarımı söndürüp ilçeden ayrılma vakti bana gelmişti. Masalların kitaplara, türkülerin şiirlere kapı araladığı boşluktan kapıdan usulca çıkıp gittim. Kendime geldiğimde yabancı kelimelerle işaretli caddeleri, sokakları, evleri olan gurbetin en uzağındaki bu şehre gelmiştim.
Yıllar aktı, hızla geçti ömür. Kapanmaz yağmurun açtığı yaralar, çocuklarda(1) sözünü doğrular gibi her fırsatta gidip geldim çocukluğuma. İlk dedemin mezarına uğruyor, bir güzel konuşup dertleştikten sonra babamların yanına geçiyordum.
Dedemin o sözü hep aklımdaydı. Sanki bana bir emanet bırakmıştı ve ona “İyi bak” demişti. Bunca yıl belki de o sözü doğrulatmak ve doğruluğunu şüpheye uğratmadan taşımak adına çalışmıştım. Geçmişimi sevdiğim için her geçen günümü sevmiştim. Her geçen günden güzel anılar biriktirip efsunu çözülmemiş zamanlarımı hep değerli kılmıştım. Neredeyse yarım asır oldu dedemden ayrılalı ama bana hala yol gösteriyor.
“Ne mutlu bana ki geçmişim sensin dedem”
1-İsmet Özel