Akşamcıyız bugünde. Gece, yalnızlığım ve ben. Yani üç kişi. Üç yitik zaman, üç yitik sahipsizlik. Oturmuşuz cam kenarı sokak manzaralı dip arka köşesine döküntü bir barın. Her aşk sonrası yağmurunu dökmemiş bir bulut misali, hızlı demlenip yavaş yavaş yağıyoruz gecenin inadına. Karşı masada oturmuş kalabalık bir grup. İçlerinden acıları teninde yazılı bir kadınla göz göze […]
Akşamcıyız bugünde. Gece, yalnızlığım ve ben.
Yani üç kişi. Üç yitik zaman, üç yitik sahipsizlik. Oturmuşuz cam kenarı sokak manzaralı dip arka köşesine döküntü bir barın.
Her aşk sonrası yağmurunu dökmemiş bir bulut misali, hızlı demlenip yavaş yavaş yağıyoruz gecenin inadına.
Karşı masada oturmuş kalabalık bir grup. İçlerinden acıları teninde yazılı bir kadınla göz göze geldik. Ben ona baktım, geceden ve yalnızlığımdan habersiz, o bana baktı kendi masadakilerden habersiz. Bakıştık durduk. Ne onda cesaret vardı, çekip bir sandalye oturacak kadar karşıma ne de bende geçip oturacak kadar karşısına.
“Tutup saçlarından sürükleyeyim kendi yalnızlığıma” diye kaç kez geçti aklımdan. Allah şahidim olsun adamlardan değil, kendi sefilliğimden korktum.
Kalktılar erkenden daha gece olmamıştı oysa. Tam çıkacakken dönüp bir şimşek düşürdü benim masanın tam orta yerine, sanki Kızıldeniz ikiye ayrıldı. Kör oldum. Bereket fazla sürmedi.
Radyoda Zeki Müren çalıyordu, “Gece aysız, gönül yarsız olur mu a’ vefasız”, ben Atilla ilhan’dan “yalnızlık şiirini” dinliyordum kendi sesinden.
“Yalnızlığın insanı delirten bir ihtişamı vardır/yıldızlar aydınlık fikirler gibi havada salkım salkım/bu gece dağ başları kadar yalnızım”…
Dışarıda bir sonbahar hüznünün panikliği vardı. Ama kimin umurunda. Gece güzel, gece uzun gece benle beraber yapayalnız.
Bize ne; tam da bu saatlerde şehrin sokaklarına çıkan arabalardan, ne olduğu belirsiz bağıra çağıra geçen çöp kamyonlarından, Polis, Ambulans, İtfaya sirenlerinden…
Bize ne; yalnızlığımıza aldırmadan yürüyen, koşan, hatta sokak ortasında sevişen, aşıklardan, serserilerden, orospulardan…
Bana ne; Neon Lambalarının cızırtısını bile gece fark edemeyecek kadar sarhoş dolaşan kağıt toplayıcılarından, çöpleri karıştıran sokak kedilerinden, ışıklı caddelerden kovulan dilencilerden, gece bekçilerinden, sabahçı kahvelerindeki evsizlerden…
Bu gece uzak durmalı her şeyden. Bu geceye ağız dolusu sövmek dışında her şey yasak olmalı…
Vakit bir hayli ilerlemiş, garson gözümüzün içine bakıyor. Etrafı kolaçan ediyorum, koskocaman salonda bir biz kalmışız. Kalkmaya hiç niyetim yok.
‘Yarım saat daha zamanım var’ der gibi duvardaki saati işaret ediyorum.
Salonun ışıklarının bir kısmını kapatmışlar. Akıllarınca bizi kovmak için hazırlık yapıyorlar.
Şaraptan şiir yapmayı bilen biziz. Tüm sevdiklerimiz hükmünü yitirmiş. Yalnızlığın tadı çoktandır genzimizde.
Üç kişiyiz masada. Sokaklardan sürülmüş, parklardan kovulmuş, meyhanelerden aforoz yiyip bu köhne bara sığınmışız. Gölgeleri yere serilmiş ağaçlar gibi yan yana ama yapayalnızız. Önümüz bahar ama biz kıştan çok yorulmuşuz. En güzel şiirlerimizi artık kimsenin konuşmadığı dillerde yazıyor, en güzel resimlerimizi suya çiziyor, en güzel şarkımız gök gürültüsünden kimselere duyuramıyoruz.
Kentin kambur tepelerine yerleşmiş evlerin sarı ışıkları bir biri ardınca sönüyor. Dünya geçiyor. Geçmiş önümüzde uzanıyor. Geleceğe doğru geri geri yürüyoruz. Cevapsız sorular mıh gibi kalbimizde. Bir çay yangınının tanıklarıyız. Bence hepimiz bir tür iç kanama geçiriyoruz…
Kalbimiz elimizde atıyor, gözlerimiz duvardaki saatte. Vakit dolunca hesapları martılar ödeyecek diye işaret edeceğim.
Sonra kalkıp, yeniden gecenin izini süreceğiz.
Gece, yalnızlığım ve ben.