Türk Sineması

Birkaç arkadaş bekliyoruz kapıda. Birazdan ara verilecek, dışarı çıkanların arasına karışıp içeri gireceğiz. Kapı görevlisi fark etse de göz yumacak bize. İlk yarı dışarda zar-zor duyduğumuz seslerle kendi yazdığımız senaryonun ikinci perdesini seyretmek için gireceğiz içeri. Sindire sindire baktığımız kapıdaki afişteki film kareleri de peşimizden… Muhtemelen boş koltuk olmayacak, kimsenin görüş alanında olmamak için duvar […]

Yayınlama: 28.01.2018
A+
A-

Birkaç arkadaş bekliyoruz kapıda. Birazdan ara verilecek, dışarı çıkanların arasına karışıp içeri gireceğiz. Kapı görevlisi fark etse de göz yumacak bize. İlk yarı dışarda zar-zor duyduğumuz seslerle kendi yazdığımız senaryonun ikinci perdesini seyretmek için gireceğiz içeri. Sindire sindire baktığımız kapıdaki afişteki film kareleri de peşimizden…

Muhtemelen boş koltuk olmayacak, kimsenin görüş alanında olmamak için duvar dibine sıralanacağız.

Ve ömrümüzün en uzun dakikaları eşliğinde üç kez çalacak gonk. Ve bizden dışarda kalanlara aldırmadan kararacak salon. Yarım kalmış bir hayalin, gerçeği yansıyacak karşı duvara…

Güleceğiz, ağlayacağız hep beraber. Öfkelenip, sonunda intikam mızı alacağız kötü adamlardan… Aşıkların kavuşması için ettiğimiz dualar tutacak, kavuşacaklar… Öksüz kızın, öldü sandığı babası meğer yıllardır hapishanede imiş yalan söylemişler, çıkıp ansızın gelecek! Kansere yakalanan sevgiliye aşk iyi gelecek ayağa kalkacak. “Sizi çok sevdim, size anne diyebilir miyim?” dediği kadın kendi öz annesi çıkacak. Hep kötüler kayıp edecek, iyiler sonunda mutlaka kazanacak …

***

Ortaokul yıllarıma denk gelir ilçeye sinemanın gelişi. Hayatın akmadığı bu küçük ilçede, “haftalık gelen” ve “pek yakında” gelecek olan filmlerle ilerlerdi zaman.

İlçeyi boydan boya ikiye ayıran tek caddesinin başında, ortasında ve sonunda afiş panoları olur gecede ışıklandırılırdı. Kış günleri yağan kardan sızan suların gazabına uğramazsa ya da keskin nişancı bir çocuğun sapanından çıkan taşın hedefine, lambaları birkaç gün dayanırdı.

Tüm lambaların yandığı bir gece, panoları gören pek olmamıştı.

Sabah okula giderken, bizi karşılar, “bir yolunu bulup nasıl, hangi seansta buluşacağımızı” bize düşündürtür, “akşam da gelemiyorsunuz sanırım” dercesine hüzünle boynunu bükerdi.

Ne güzel filimler gelirdi, biz de ne güzel gidemezdik.

***

Vurdulu-kırdılı filmler en çok dikkatimi çekerdi. Bir filme ölen kötü adam diğer filmde karşıma çıkardı. Şaşırırdım ama bereket bu filmde de ölürdü de ben rahatlardım.

Bir vuruşta Bizans’ın en az on askerini kaleden aşağı atabilen, ya da çift tabancalı, her attığını gözünden vuran, sert ama merhametli, güzel kızların aşık olduğu fedailerimizle geceleri rüyamı paylaşırken, gündüzleri onlara benzeyenleri aramakla ya da bir gün onlardan biri olabilmek hayaliyle geçiriyordum günlerimi.

Sonra olan oldu ve ilçeye televizyon geldi. Çatılarda antenler çoğaldıkça konuşmalarımızın seyri sinemanın büyüsünden uzaklaştı.

***

Sinemadan başka şey vardı konuşacak artık. Dizi filmlerden bahsediyorlardı, eğlence programları, güncel ülkeden dünyadan haberler.

Ve benim bol ekşınlı filmlerim ihanetin büyüğünü yiyip, kenara çekilmiş artık konuşulmuyor, yerli aşk filmleri zirve yapıyordu.

Salı akşamları, her hafta değişik “Türk Sineması” yayınlanır, çarşamba günü bizim konuşmalarımızın ilk sırasına “tekrarı” otururdu.

Yalnız bir sorun vardı. Ne bizde ne de inatla ısrarla gidebileceğim bir arkadaşın evinde televizyon vardı.

Gidip antenli bir evin kapsında beklemek de olmazdı zaten. İkinci yarı alırlar içeri ihtimali de hiç yoktu tanımadıkları birini.

***

Sinemanın kapısında beklemek artık cazip değildi, büyümüştük… Görünmek ayıp sayılıyordu. Para zaten hiç yoktu dolayısı ile bizim biletli giriş ihtimali hiç olmayacaktı. Üstelik artık ilgimi çekmiyordu ekşin filmleri. Sonu her koşulda mutlu biten aşk filmlerini seyretmek istiyordum. Böyle filmleri seyredip anlatan çocuklar, okulda kızların daha dikkatini çekiyordu.

Gerçi filmdeki öpüşme sahnelerinde, ev halkının kafayı başka yere çevirdiklerini anlatamıyorlardı ama olsundu, yakında uzaktan kumanda aleti çıkacak bu sorunda “kanal değişerek” atlatılacaktı. Pek yakındaydı.

***

Antenli ev sayısı arttıkça yavaş yavaş sıra benim arkadaşların evlerine de geliyordu.

Alamayan, parasızlığa isyan ile bir pişman, alanın her akşam evde yaşadığı miting gibi toplanmalara isyanı bin’di. Piyango gibi televizyonu olmayanlar, olanlara kura çekiyordu, “akşam hangi komşuya gidelim” diye…

Bizim gibi, köyden okumaya gelen çocukların kaldığı “öğrenci evlerine” televizyonun girmesine daha en iyimser 30 yıl vardı.

***

Şimdi televizyonu olan arkadaşlara bir yolunu bulup salı akşamlar gitmek kalıyordu geriye.

Pür dikkat seyrediyordum, denk gelir, zorla misafir ettirirsem kendimi aşk konulu “Türk sinemasını”.

Arada, çaktırmadan anten fişini çekip “bozuldu” numarası yapıp, geri göndermeye çalışsalar da olsun ne seyretsem o kardı gayri…

Eğer o hafta gidememişsem, erkenden arkadaşlara anlattırıp, sanki seyretmiş gibi ben de diğerlerine anlatıyordum. Bu sayede kız “tavlamışlığım” olmasa da “etkilemişliğim” kesin olmuştur.

***

Yıllar geçti… Mevsimler değişti… İnsanlar değişti… Dünya değişti… Tatlar değişti… Tercihler değişti… İyi-kötü kavramlar değişti… Sevdalar-Aşklar değişti ama kopyaları çoğalsa da eski “Türk Sineması” hep orda, aynı yerde, aynı sevgiyle, sevinçle güler yüzüyle kaldı .

***

Evet, her şey değişti ama hiçbir şey o yıllarda; Sanki tamamı bir yazım ekibinin ortak senaryo çalışması gibi, sadece iyi insan olmayı, kötülerin sonunda mutlaka kayıp ettiğini, yalanın, hilenin bir gün dönüp kendini vurduğunu anlattılar ısrarla hiç bıkmadan.

Yaşadığımız bu kocaman dünyanın sadece sevgiyle döndüğünü ve sevgi ile yaşanabilir olduğunu bize gösterdiler…

Sanırım, şöyleydi senaryo yazarken ki halleri; Köşede gazetesini okuyan, aynı zamanda yazım masasını denetleyen gözlükleri kaymış Hulusi Kentmen, karşısında çayını iki yudumda bitirmiş yenisini bekleyen Münir Özkul, hemen yanı başında mutfak ile salon arasında mekik dokuyup, yemek çay servisi yapan Adile Naşit, evin haylazı Halit Akçatepe, evin yakışıklısı Tarık Akan, evin en saf görüneni , bitirimi Kemal Sunal , masanın öbür tarafında her zamanki gibi işlerine vaktinde gelmiş sorumluluk sahibi, kibirsiz, duru, güzeller… Türkan Şoray, Hülya Koçyiğit ve balkonda oturmuş sırasını bekleyen sadece sahnede kötü olan iyiler: Erol Taş, Bilal İnci, Hayati Hamzaoğlu, Hüseyin Paradan, Önder Somer… Gözümün seçemediği onlarcası, yüzlercesi hatta binlercesi…

***

Yaşadığımız yerin dışındaki dünyayı sinemada gördü bizim kuşak. Karşımıza çıkan en iyi şeydi sinema. Kendisi bir mucizeydi bize bıraktığı da mucize…

Bir Yorum Yazın

Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

Henüz yorum yapılmamış.